Sistemsel Evrim Hipotezi

Sistemsel Evrim Hipotezi
Dönemin yenilikçi sistemleri büyük bir hızla gelişmeye başlar ve çevresinde dominant güç olarak egemen olurlar. Ardından gelen bu dominantlık dönemi bitince içte bulunan yeni en güçlü olan akıllı olanı yenmeye çalışır. Bu güç birikimi hızlıca büyümesine sebep olur fakat o bölgenin yıkımıyla sonuçlanır. Ardından akıllı olan güç tekrar etkin olur ve uzun bir müddet o sistem değişene kadar hüküm sürer. Dünyada yeni sisteme adapte olanlar olur olmayanlar da onun hükmü altına girer. Girmeyen bazı kesimler de düşman gibi olarak sonraki sistemin altyapısını oluşturacak bilgi, sermaye, güç birikimini oluşturmaya başlar.
Hipotezimi bu şekilde neden hazırladığımı soracaksınız. Bu iki sistemi de o dönemlerin yenilikçi ve dominant sistemleri üzerinden açıklamalar yapacağım.
1) Askeri güç olarak güçlüler dönemi barut devri imparatorluklarından bahsedeceğim. Osmanlı ve Timur’u iki güç olarak ele alırsak Müslüman ve Türk kültürünün liderleri olarak ele alınabilir. Bu iki gruptan Osmanlı akıllı ve sistemleştirerek hareket eden bir devlet Timur ise güç hakim olduğu, ana Türk topraklarında bulunan daha az sistemleşen bir devlet olarak gözükmektedir.
Timur Moğol imparatorluğu sevdasıyla çıktığı yola çevrede bulunan tüm Müslüman devletlerin güçlerinin sarsılmasını sağlayarak dağılmasına ortam hazırlamış ve Hristiyanların nefes alıp güçlenmesine sebep olmuştur.
Timur 100 senede devleti yıkılmış ve onlardan arta kalan bir hanedan çok daha farklı topraklar olan Hindistan’da yaşam sürmeye başlamıştır. O bölgede bulunan en uzun süreli Müslüman devletinin yerine geçip Delhi İmparatorluğunu da yıkarak aslında Hindistan’da kültürleşmiş Müslümanlığın egemenleşme hızını azaltmıştır.
Görüldüğü üzere Timur’un devleti nereye adımını atmışsa sistemi bozmuş ve başka sisteme yer hazırlamıştır. Osmanlı ise oradan kurtulmuş ve yeni sistemin egemeni olarak 1700 lere kadar Dünya’nın egemen gücü olarak sistemini yürütmüştür. Ekonomik devir yani Kapitalizm devri başlayana kadar da sürdürmüştür egemenliğini.
2) Ekonomik güç olarak güçlüler dönemi kapitalizm devrinden bahsedeceğim burada da. İngiltere ve Almanya iki güç olarak ele alırsak iki Anglo-Sakson ve Protestan kültürleri liderleri olarak ele alınabilir. Bu iki gruptan İngiltere akıllı ve sistemleştirerek hareket eden Almanya ise güç hakim olduğu orijinal Alman topraklarına sahip devlet olarak gözükmektedir.
Sanayi devrimi ilk İngilterede olmuş ve Avrupa büyük bir sistemsel dönüşüm ile tüm Dünyayı sömürmeye başlamıştır. Burada orijini Kutsal – Roma Germen imparatorluğu ile Roma gibi birleşik Avrupaya gitmeye çalışan Almanya da Avrupa mirasına sahip olmak için adımlar atmıştır.
Almanya birleşik Avrupa sevdasıyla çıktığı yolda çevrede bulunan devletleri iki defa büyük dünya savaşı çıkararak Avrupa’nın içerisinde büyük yıkımlara yol açmıştır. Bu yıkımların neticesinde büyük bir sistemsel çöküş yaşanmış ve Avrupa bütün sömürgelerinden uzaklaşmak zorunda kalmış ve hepsini gizli elleri ile yönetmek zorunda kalmıştır.
Almanya şimdi de AB üzerinden aynısını Hindistan’da yerleşen Timurlar gibi yapmaktadır ama Babür şah gibi Avrupa’nın özünü kaybetmesi ve kültürleşme ve sistemleşmesine ket vuracak hamlelere yol açacaktır bu da ileride.
Yeni sistemde ise İngiltere artığı Amerika, Avrupa ve Rusya üstün güçler olarak gözükmüş olup Osmanlı, İran ve Hindistan gibi Kapitalist rejim üçlüsünü ortaya koymuşlardır.
Çin ve Müslüman dünyası iki büyük rakip olarak gözükmektedir bu yeni sisteme. Çin özellikle dominasyon konusunda daha tecrübeli olduğu için pasifist sistemleri dışında ileride büyük güç olma imkanına sahip. Girdiği yerleri sistemsel olarak dönüştürme ve zorlamalar yapmaktadır. Aktif ve hareketli olan Türkler, Batı dünyasını da Çin’i de binlerce yıldız saldırarak sömürge ede ede durdurmuşlardır.
Ayrıca Roma dönemi Roma sistemini almaya çalışan güç iktidarı Attila da aynı şekilde Roma ile savaşarak her gittiği bölgeyi yıkıma uğratmıştır. Macaristan’ın sistemleşmesini sağlayan ve Türklerin kalıcılığını sağlayan da Roma kanunlarının alınması olmuştur. Aynı zamanda Türklerin geçici yıkıcılıkları da o dönem farklı sisteme geçerken olan hata nedeniyle etkisi azalmıştır.
Roma devrine de baktığımızda Batı kültürünün egemenliği alma devresinin İskender döneminde Persler ile savaşları sonrası böyle bir yıkım ile başladığını göreceksiniz. Yunan ve İran savaşları iki benzer kültürün birbirine savaşıdır. Fakat ikisinin yıkımı sonrası çok uzak diyarlarda bir italyanın ücra kolonisinde başlayan yeni güç ise bu iki gücün yıkımından yeni güç olmuştur. Kalkanlı piyade askerler ve roma dönemi de buradan itibaren başlamıştır.
Baktığınız üzere sistemler devri daim içerisinde gibidir. Liderlik İlk önce Roma’da sonra Türklerde ardından Avrupalılarda olmuştur. Bu kutsal emanetler gibi birine geçtiğinde avantaj sağlayan dönemler diğerlerinin gücü ele almasına kadar sürmüştür. Müslümanlık güneyde başlattığı ivme ile Türklerin etkisiyle birleşince de İran üzerinde rezone etki yaparak yeni kültürün oluşmasını sağlamıştır. Nasıl ki Avrupa’da Protestanlığın Almanya’da rezone olması gibi bu da sistemsel güç odağı bölgeyi oluşturmuştur.
Sistem olarak evrim geçiren büyük değişimler yapanlar hep aynı istikamette ilerlemişlerdir. Bu ilerlemeler sonucu sistem büyümüş gelişmiş, kendi içinde engellenip sonraki sisteme kadar gücünü kaybede kaybede ilerlemiş ve yeni sistem gelişince de yerini ona bırakmıştır. Neden dünyada tek sistemin olmadığı ve bu tekelleşme olmadığı da garip bir evrimsel denge olarak görebiliriz. Hayat herkese bir defa söz hakkı veriyorum yada gelişimi çok yönlü yapıyorum ki herkes nasiplensin gibilerinden bir etkide olmuş gibi düşündürtüyor.
Ne bileyim bu sistem kurulurken herhalde insanlar önceden sözleşmişler birbirimizi seviyoruz ama her birimizin özelliklerini gösterip egemen olduğumuz devir olsun diye düşünüyorum. Öyle bir izlenim elde ettiriyor bana bu sistem dönüşümleri.

Sözde Soykırım İddiaları ve Batılıların Oyuncağı: Kürtler

Sözde Soykırım İddiaları ve Batılıların Oyuncağı: Kürtler
İki ana başlık altında yazacağım yazımı:
A) Batılıların Oyuncağı: Kürtler
B) Sözde Pontus, Sözde Ermeni ve Sözde Süryani Soykırımı
Biraz uzun olacak o yüzden ikinci kısmı okumak isteyen için özellikle şıklara ayırma ihtiyacı hissettim.
A) Batılıların Oyuncağı: Kürtler
indir
Kürtlere toprak vaadi 1922 tarihine dayanır. Daha öncesinde ne toprak vaadi verir batılı devletler ne de toprak.
Hatta araştıranlar bilir ki 1919 yılında bir Kürt Krallığı denemesi olmuştur. İngilizler Mahmud Berzenci’nin (Barzaniler ile akraba ?) Irak’ta kurmaya çalıştığı Kürt Krallığını Kabul etmemiştir. Hatta Berzenci bir kaç kez sürgüne gönderilmiştir.
1922 yılında tekrar deniyor ve Irak Şiileri ile İran Kürtleri ile anlaştığı duyulunca adam tekrar sürgüne gönderiliyor hatta Süleymaniye bölgesi büyük miktarda bombalama yapılarak alınıyor.
Ayrıca Berzenci’nin kadrosuna bakacak olanlar Müslüman bir yönetim şekli değil arada Abdulkerim Alaka, (bir Hıristiyan Kürt) – Maliye bakanı ekliyor.
Lozan antlaşmasından sonra Musul Sorunu sonraya bırakıldığı için İngilizler bu sefer hadi bakalım size haklar ve devlet tanıyacağız diyerek söz veriyorlar. Hatta Irak parlementosunda bile bu konuda girişimleri oluyor. Ardından ne oluyor biliyor musunuz?
1925 yılı Şeyh Sait isyanı patlak veriyor Anadolu’da. Ardından Berzenci Irak kuzeyinde Süleymaniye tarafında bir devleti olacağını düşünüyor olsa gerek 1926’da Türkiye Musul’u Irak’a verince tekrar haklarını alamadığını görünce isyan ediyor Berzenci. Ardından İran’da 1930’a kadar denemeleri sürüyor.
Gelelim bu tarihlerde olan diğer önemli gelişmelere. Adamlar 1919 Paris Barış Konferansında ne yapıyor biliyor musunuz?
Mezopotamya topraklarında kurulması planlanan devletleri düşünüyorlar.
1) Pontus Devleti
2) Kilikya Ermeni Devleti
3) İzmir’in Yunan’a Bağlanması
4) ikinci bir Büyük Ermenistan Devleti
5) Süryani (Asuri) Devleti
Армения-Требования-армянской-совместной-делегации-на-Парижеской-мирной-конференции-1
5 parçayı Osmanlı’dan koparıp Hristiyan devletler olarak oluşturmaya çalışıyorlar. Bakıyorlar Süryaniler kursa nüfusu az iki güne yıkılır. Bakıyorlar Araplar ve Kürtler Müslüman nüfus olarak orada barındırmazlar. Bakıyorlar Fransız sömürgesi diye bıraktıkları yerlerde Şam devleti için Faysal isyan ediyor o bölgeleri tamamen Araplara bırakmayı düşünüyorlar.
assyrian_nation_1910
Serv ( Serves ) Antlaşmasına gelinceye kadar binlerce aşamadan geçiyor bakıyorlar olmayacak bari orada çok devlet isteyen ve Arap ile Türk olmayan azınlıkları kullanalım. Hint Avrupa dillerine ait oldukları için de oradakiler ile de arasında kültürel bağ olur yönetimi içten değiştirdikten sonra istediği kadar Kürt sansınlar ülke bizim elimizde yönetilir gibi düşünerek Kürtleri ön plana koyuyorlar.
Talep ettikleri ilk Kürt topraklarına bakarsanız iddia ettikleri ve talep ettikleri tüm Süryani topraklarının batı sınırı olarak göreceksiniz. Ermeniler de o sırada yenmişlerden kendilerini saydıklarından Kürtlere bir gram bile toprak kendi iddialarından vermiyorlar.
teklifler
Sonra geliyor Türkiye ilk önce Ermenileri yeniyor ve Kurtuluş Mücadelesi ile güney sınırlarımızı da kendi halkımız Türk kökenli, Kürt kökenli, Arap kökenli hatta Ermeniden müslümanlaşmış diğer tüm Müslüman vatandaşlar el ele sarılıp bu ülkeyi kurtarıyorlar.
Ardından Lozan imzalanıyor. Bitmiyor. Kürtlere verilen hayalleri bir gram bile tutmayan ingilizler propaganda ile kardeş ile kardeşin arasına girmeye devam ediyorlar. Kendi manda görünümlü sömürge topraklarından bir gram bile vermeyenler size Türkiye’de Fırat’ın doğusu ait. Gidin alın diyorlar.
batılıların hayalleri
Hikaye ilerliyor. ardından her geçen sene daha da büyütüyorlar. Ermeniler hak iddia edemiyorlar ya. İşte o yerlere de Kürtlerin toprağı diye hak iddia ediyorlar. Olmuyor baktılar bunlar gaza gelmiyor biraz daha İran’ın Güney Zağros tepelerini de ekliyorlar. Sonra da biraz daha büyütüp Adana’ya kadar uzatıyorlar.
Tabi toplum içerisinde insanlara da bu kadar büyük fitne ateşi ekilebildiğini gören tüm Batılı ülkeler Rusya dahil bu fitneye ateş ekmeye çalışıyor. Biliyorlar ki orada Türk Kürt ayrımı olursa Kürt toprakları yönetiyor diye Yahudi, Ermeni veya Süryani yöneticiler başa geçebilecek.
Yahudi olan Barzani zaten biliyorsunuz. Erdoğan’ın biricik akrabası ve en yakın dostu. Ermeni ve Süryani olan ise nüfus yoğunlukları iddialarında gördüğüm kadarıyla Rojava dedikleri Kuzey Suriye de olanlarda olacak bir durum.
(*) Aşağıda bulunan görsellerde bu iddiayı rahatlıkla görebilirsiniz.
images1
Geçelim şimdi ülkemize yapılmaya çalışılan bir diğer kumpasa.
B) Sözde Pontus, Sözde Ermeni ve Sözde Süryani Soykırımı
Birinci Dünya Savaşı dönemi Türkler için zorlu bir süreci ortaya koymuştur. Sürekli savaş kaybeden bir ülke olarak topraklarını Almanlara güvenerek bu sefer kazanacağız iddiasıyla büyük bir savaşa girişmişlerdi.
Ruslar ile Doğuda çetin çatışmalar oluyordu. Osmanlı Sarıkamış faciası olana kadar bir sene orada güzel bir şekilde durmuştur. Ardından Osmanlı sürekli Süveyş Kanalına saldırı yaptığı için İtilaf devletleri Çanakkale’ye saldırarak Türkiye’yi saf dışı bırakmayı amaçlamışlardır.
Çanakkale Savaşı olunca otomatik tüm askerler batıya kaydırılmış ve cephe haricinde Anadolu’da ordu kalmamıştı. İşte o anda talihsiz olaylar ortaya çıktı.
Ermeniler Türk çoğunluk olan şehirlerde bile yönetim boşluğu bulunca isyan etmeye başladı. Osmanlı zaten cephelere ordu bulamazken bir de iç isyanlar ile mi uğraşacaktı.
Ne yapması gerekiyordu? İçeride isyan etme ihtimali olan insanları cephe yakınlarında olan Halk açısından güvenli sayılabilecek bölgelere göndermek olacaktı. Ki onu yaptı. Arap nüfusun bol olduğu ve pek askere gelmeyen oranın korumasına ait askerleri çok olan yerel halkın olduğu Irak ve Suriye’ye götürdü.
genocide-armenien-carte
Halkın Ermeni’nin Müslümanı (Türk ve Kürdü), Türkün ve Kürdün Ermeniyi öldürmesini istemiyordu Osmanlı. Çünkü devlette her ölüm aynı zamanda yok olan bir gelir yok olan bir iş gücü olarak görülüyordu.
1915 senesini bilmeyenler şu an rahat konuşabilirler. O dönemde yemek bu dönemde olduğu kadar bol değildi. Çanakkale’de olan askerlerin azıklarından da göreceğiniz gibi bir kuru hoşaf ile yada bir kuru ekmek ile günü idare etmeye çalışıyorlardı. Halk da bundan farklı değildi.
Dünya savaşı dönemi ile ilgili kıtlık makaleleri ve haritalarını okursanız en çok Osmanlı’yı vurmuştur bu kıtlık. O dönemde zengin Afrika, Asya ve Amerika kıtasında sömürgesi olmayan bir devletti çünkü.
Kürt askeri kıtaları oluşturmuş ve Abdulhamit Tugayları ile Ermenileri ve isyan potansiyelinde olan insanları Mezopotamya’ya taşımıştır.
Bilmek isteyenlere not ileteyim. Eğer Techir Olayını o kadar sözde olarak iddia ettiğiniz gibi soykırım çerçevesinde değerlendiriyorsanız şöyle değerlendirin. Halkı birbirine bıraksa otorite boşluğunda karşılıklı birbirini kıranın asıl halk olacağını bilirdiniz.
Sovyetler de bu durumu görmüş mesela 1947’de tüm Almanya cephesi yakını uzağı demeden herkesi Orta Asya’ya sürgün etmiştir. Hem de bir isyan teşebbüsü bile olmadan. Bunu başka bir makalede özellikle açıklamıştım.
Bakmak, Araştırmak isteyenler için özellikle söyleyeyim bazı yerlerde isyanlar ilk başta başlamıştır hemen devlet bu kararı geçirip gelecekte olan daha büyük potansiyelleri engellemeye çalışmıştır.
2000px-Armenian_Genocide_Map-en.svg
Özellikle Fransız birliklerinin İskenderun Musa Dağ bölgesinden kaçırdıkları Ermenileri sonra bize karşı Filistin Cephesinde kullanması ve doğuda bize isyan etme teşebbüsünde bulunup başarısız olanların bazılarının ise Rusya tarafına gidip orada bize karşı savaşması da aslında ne kadar doğru bir karar olduğunu gösteriyor.
2000px-Armenian_Genocide_Map-en1.svg
1) Gelelim neden soykırım denemez. Çünkü soykırım olması için ilk önce orada gücü ele geçirdiği andan itibaren yok etme girişimine girişirdi Osmanlı.
2) Diyelim olmadı son dönemde değiştiler neden isyan çıkana kadar bu icraati uygulamaya koymadılar? Millet-i Sadıka olarak görüyorlardı.
3) 200-400 sene arasında bu topraklarda hakim bir devlet altında kimliklerini bu kadar koruyup Türkçe’den veya Osmanlıca’dan bu kadar az bu toplumların etkilenmesi nasıl oldu? Osmanlı Fransız veya İngiliz gibi 50 senede Asimile edebilirdi onları.
4) Batılı devletlerin içinde böyle bir isyan olsa ve savaş yapsalar o sırada azınlıklara karşı ne yaparlardı?
5) Osmanlı aptal mıydı ki gelip binlerce Hristiyan’ın yerleşmek istediği Suriye, Filistin bölgesine yerleştirsin bu insanları. Gidip gerçekten soykırım yapmak istese Suriye Çölünün veya arabistan (Nüfud) Çölünün ortasına atar ne yaparsanız yapın derdi. Gidip o kadar kamp kur oralarda topla derdine girmezdi. En azından üç beş askeri dizer bir yere topluca hepsini keserdi. En azından yola götürecek asker harcayacağına işi orada hallederdi.
Bunları düşünmenizi ve sormanızı istiyorum kendinize.
Ayrıca görüldüğü üzere bu olay sonrası yine cephe dayanamıyor ve geri düşüyor Osmanlı Doğu Anadolu’da. Erzurum dahil pek çok yeri Rus eline düşürüyorlar. Bir de göreceğiniz üzere 1918’e kadar da İran tarafına zorla anlaşma yoluyla geçen Rus ve İngilizler yüzünden cepheyi iyice genişletmek zorunda kalıyor Osmanlı.
Süryaniler de eğer techir edildiyse Ermeni isyanları yüzündendir.
assyria_paris_1919
Ayrıca dikkatinizi çekerim bazı yerlerde saçma iddialar da dolaşmaktadır. Bilmeyen insanlara Türkleri karalamak için sözde Yunan katliamı yapıldığı ile ilgili yazılar da yazıyorlar. Bu iddiada geçen olayda gösterilen haritada göreceğiniz üzere 2000 ve 1900 arasında değişimi göstermektedir.
Haritada göreceğiniz üzere Rojava bölgesi denilen Kuzey Suriye topraklarını Ermeni nüfusu baskın olarak gösteriyor. Yunanlıların Mübadele ile gittiklerini bilmeyenler de bu haritadan direkt öyle bir algıya kapılıyorlar.
rum ermeni
İŞİD saldırılarından kaçan Süryanilerin yine Rojava bölgesi diye adlandırdıkları Kuzey Suriye’de toplandıklarını gösteriyorlar.
115-glavin-syria-gr
Ayrıca görsellere dikkat ederseniz şurada Sözde Kürdistan topraklarını gösterirken de eklemeyi ihmal etmiyorlar. Musul bölgesinde Süryaniler hak iddia ediyor kelimesini.
kurdistan_state_2015_by_vah_vah-d9jgaz5
Bunlar az çakal değil arkadaşlar. Hem ülkeyi kötüleyerek hem de kendi Hristiyan topluluklarına toprak kazandırma algısı yapmak için Kürtleri kullanıyorlar. Ama asıl amaç Süryani, Pontus ve Ermeni hakimiyetlerini kurabilmek.
Şunu özellikle belirtmek isterim. Süryani, Ermeni Toplumların çoğu Mezopotamya’da Manda hükumetleri zamanında Fransız ve İngiliz pasaportları alıp dünyaya dağılmışlardır. İsteyen baksın en büyük Süryani nüfusu Meopotamya ve Amerika’da. En büyük Ermeni nüfusu ise Ermenistan dışında Amerika ve Rusya’dadır.
2000px-Assyrian_world_population
Süryanilerin devletlere göre nüfusu
Evelallah biz bu olayları görüp ona göre önlemimizi alacağız. En azından Kürt kökenli veya Kürtçe bilen her Türk vatandaşının bu konuda birlik olacağını düşünüyorum. En azından İngilizlerin nasıl işlerine gelmeyince sözlerini tutmadıklarını görmüşsünüzdür bu yazıda. Bir kere yapan yine yapar unutmayın.
İsraillilerin oyununa gelmemenizi tavsiye ederim. Barzani Aşiretinin kuracağı krallığın Kürtlere değil Yahudilere hizmet edeceğini her zaman hatırlayın. İyi günler dilerim.

Suriye – Filistin Cephesi

Suriye – Filistin Cephesi
 
Geçenlerde tarihte kayıp özne olan Osmanlı’nın son dönemlerinde olan Kut Zaferi (Kut-ul Amare Kuşatması – 1916) bahsetmiştim bilenler bilir.
 
A – Şimdi de size çok tartışmalı olan Nablus Cephesinden bahsedeceğim.
 
Nablus Savaşı diye bilir çoğu kişi fakat Batı’da karşılığı Armageddon yani El-Megiddo savaşı. Bizim o dönem Suriye kazâmız olan “Mecidiye” bölgesine doğru ilk harekât yapıldığı için bu adı almaktadır. Bizde de Atatürk Nablus tepelerinde olduğu için Nablus savaşı olarak bilinir.
 
Yahudilerin Araplara bahsettiği Armageddon olmuş da haberimiz yok diyebiliriz.
 
Savaş ile ilgili ingiliz kaynaklarına göre asker sayıları şu şekildedir:
 
Allenby komutasında 69.000 İngiliz (12.000’i süvari), 35.000 Türk askeri mevcut. Arap Emirinin Oğlu Faysal’ın ordusu’nu hesaba katmamışlar bile. Onlara göre 25.000 Türk etkisiz hale getirilmiş ve 10.000 kişi kuzeye kaçmıştır.
 
 
Bilmek isteyenler için yazayım. O dönemde savaşlar sırasında uydudan gözetleme ihtimali olmadığı için telgraf tellerine bağlı orduların haberleşmesi. Her top atışı demek bağlantı kesilmesi demektir.
 
megiddo-2
Şimdi gelelim diğer meseleye.
 
B – Bu savaşta iki tarafın nicelik olarak değil nitelik olarak ne durumdaydı:
 
1) İngiliz ordusu tam donanımlı ve son teknoloji silahlara sahiptir
 
2) Türk ordusu Sina yarımadası savaşları dahil olmak üzere çok kez saldırı hattına gitmiş ve yorgun düşmüştür. Silahlar ise Almanlar verdiyse belki iyidir.
 
3) Türk ordusunun Çanakkale’de de bildiğiniz gibi yiyecek yemekleri ve kıyafetleri olan varsa şanslıdır. O dönem herkes cephelerde olduğu için üretim durmaya yakın olmuştur.
 
4) İngilizler sömürge nüfusları sayesinde sürekli üretim olmuştur.
 
5) Faysal, Dürziler vb. bazı faktörler hesaba katıldığında iş daha vahim oluyordu. Cephe arkasında ve çöl taraflarında sürekli arka tarafa baskın yapılıyordu. Telgraf tellerini kesme ve ikmal yollarını kapama gibi durumlar olmuştur.
 
Atatürk 7. Ordu başına geldiğinde Gazze’de başlayan savaş Lübnan sınırına gelmiştir. Kudüs’ü kutsal mekan olduğu için tek kurşun atmadan terk eden kişi belki eleştirilebilir belki.
 
Asıl saldırı ile askeri harcayan komutanlar kim ise onlara laf etmeleri gerekirken gidip en son kaybedilecek orduyu kurtaran kişiye saldırılması art niyetli bir durum olduğunun göstergesidir.
 
26160-4-8-7409f
C – Birinci dünya savaşını adım adım okursanız şunu görürsünüz:
 
1) Hava şartları savaşın kaderinde çok etkili olmuştur.
 
Alman – Fransız Cephesi, Sarıkamış, Filistin-Suriye
 
2) Saldıran taraf her zaman çok üstün sayıda asker ve cephane kaybetmiştir.
 
Alman Fransız cephesinde her saldıran kesim ordusunun yarısını kaybedip oturmuştur aşağı. Kazancı ise çok cüzî olmuştur.
 
3) Osmanlı askerleri ilk aşamalarda eski kültürde olduğu gibi sürekli saldırı içerisinde olmuştur gücü tükenip geri çekilmeler başlayana kadar.
 
Sina cephesi, Kars cephesi örneklerine bakarsanız faciaların da en çok bundan çıktığını görebilirsiniz.
 
D – Şimdi gelelim savaşın seyrine.
 
Savaşta ilk başta iki tarafın Ordusu düz bir hat şeklinde dizilmişlerdir.
 
İngiliz ordusu iki kat daha büyük olduğu için tek bir cepheye yüklenip bu hattı yarma hedefinde olmuştur. Bunun da en güzel yolu ova olan sahil şerididir.
 
1.gün
 
İngilizler 8. Ordu ve sahil bölgesine yüklendiği için o bölgede olan ordu Mecidiye kazasına kadar geri çekilmiştir. Nablus cephesi o sırada harp sebebiyle geri çekilen 8. ordu ile iletişime geçememiştir.
 
2. gün
 
O gün 8. Ordu çok toprak kaybetmiştir. Tüm sahil İngilizlerin eline geçmiştir Mecidiye düşmüştür. Lübnan’a yakın bulunan Yıldırım Orduları gelen İngilizler o bölgeye geldiğinde arkada cephe almıştır fakat kıyı şeridinin boşluğundan dolayı arkalarından dolaşan birlikler onları esir almıştır. İngilizlerin 7. ordunun arkasına sızma ihtimali arttığı, ordusu büyük zarar gördüğü ve demiryolları işgal edildiği için iki gün sonra Atatürk geri çekilmeye başlamıştır.
 
Palestine-WW1-3
5. Gün
 
8. Ordu batı mevzilerini tamamen kaybetmiştir. Yıldırım ordularının olduğu arka mevzileri ele geçiren ingilizler 8. Ordu’nun gittiği şehri ele geçirmiş ve onların esir düşmesine sebep olmuştur. Atatürk ise şu an Şeria nehrinden doğuya (Ürdün bölgesi) geçerek ordusunu Haleb’e doğru çekmiştir.
 
Palestine-WW1-A
E – Cephe Hakkında Çıkan Karalama Kampanyaları
Faysal’ın ordusunun baskın yaptığı yerlerden geçirmeseydi şu an belki de o ordu da Şam’a doğru çekilirken esir duruma düşecekti.
1 Kasım 1918 durum
Bunu incelemeyen ve öğrenmek istemeyen birileri üzerinden manipülasyonlar ile insanları kandırmaya çalışmaktadır.
 
Şu an Türkiye’de Mecidiye savaşını bu kadar hezimet diye aktaranlar, zamanında Kadir Mısıroğlu ile Keşke Yunanlılar galip gelse diyen Yahudi artıkları olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim.
 
1 Kasım 1918 durum1
İngilizlerin sözlerini tutmadığını şu altta bulunan Faysal’a söz verilen toprakların hangilerinin nasıl verdiklerini tarihi analiz ederek anlayabilirsiniz. Hiçbirisi verilmediği gibi istediği büyük Arap İmparatorluğu yerine ailesinin arasında paylaşılmış şekilde üç parça çöl topraklarını vermiştir.
faysala verilen söz
 
Aynı zamanda Filistin’de yapılan Müslüman açık Hapishanesinin kurulmasına sebep olmasını gördüğünüzde hangi tarafın Müslümanların yada hiç olmazsa Arapların da gerçek dostu olduğunu görebilir.
 
Gelelim o haberleri yapanlara (Sinirlerinizi Bozabilir):
 
 
El – Lecun muharebesi diyerek ne kadar olaya yabancı kaldıkları ve başkaları tarafından servis edildiği görülebilir. Mecidiye lan bu savaş. Abdulmecid’e de Abdel-Megiddo yada Abdel-Lecun der bunu yazan Allah bilir.
 
 
Olayları bilip bilmeden konuşmak bu olsa gerek. 8. Ordu nerede 7. Ordu nerede bilmeden doğru yada yanlış bir haber mi diye teyit etmeden servis etmiş yazıları.
 
Bakmanızı tavsiye etmem fakat Müslümanlar eğer bu yazılar ile birlikte tüm kaynaklara baktığında hangisinin daha gerçekçi olduğunu anlayacaksınız rahat bir şekilde.
 
Bu da Türk anlatımı ile Nablus savaşı:
 
F – Misak i Millî Sınırları
 
198310-2-4-848d0
Yabancı kaynaklar Musul olaylarını ayrıştırıcı makale yaptıklarında farkında olmadan bir gerçeği de bize göstermişlerdir.
 
Hep merak ederdim Misak-ı Milli sınırları nereden başlıyor nereye kadar gidiyor diye. Çok büyük bölge etnik olarak Müslümanlar çoğunluğu (Avrupa’da olan adıyla Türk) sağlıyordu balkanlarda.
 
Haber detaylarında da gördüğünüz üzere sınırlar sadece Batı Trakya ile değil Doğu Rumeli’de dahil tüm orta Balkanları kapsıyor.
 
 
Ctrl + F yapın ve şunu yazın.
 
The Turkey that never was
 
Harita cuk diye karşınıza çıkacaktır. Resim aynı zamanda altta bulunmaktadır.
misak-ı milli
Gördüğünüz gibi aslında Misak-ı milli hedeflerimiz o zaman daha Mübadele yapılmadığı için Selanik şehrinden Gümrü (Ahıska Türkleri) bölgesine kadar her yeri dahil etmiştir.
 
Aynı zamanda şu an bile İdlib bölgesinde yaşayan Türkmenlerin sınırların o dönem nereye kadar inmesi gerektiğini açık bir şekilde göstermektedir.
 
G – Sonuç
 
Vatan kolay kazanılmadı. Gerçekleri görmek ve kabul etmek büyük meziyettir. İftira atmak ise hiç kimseye yaramamaktadır.
 
Bonus olarak size 1 Kasım 1918 sınırlarını gösteren fotoğraf aşağıdadır. Orada İngiliz orduları ile Faysal kuvvetlerinin nasıl birlikte Şam’a kadar ilerledikleri, Mekke şerifinin nasıl hala Osmanlı için direndiğini rahatlıkla görebilirsiniz.
 
Birinci Dünya savaşını inceleyen birisi Osmanlı’nın Sırbistan’dan sonra en çok oranda sivili kaybettiği görülecektir. Sırbistan %24 Osmanlı %14 oranında. Sürekli saldırı taktiği, teknoloji ve iç karışıklıkların etkisi büyüktür bunda.
dünya savaşı 1 kayıpları
 
Hadi neyse Sırbistan için Pirus (Pyrrhus) Zaferi oldu ve koca Yugoslavya devletini kurdu. Osmanlı için ise büyük bir yıkım oldu. Atatürk olmasaydı ve Türkiye kurulmasaydı şimdi Osmanlı hayalleri olanlar bunu dile getiremeyecek kadar tarihe gömülmüş olurdu.
 
Tarihi haritalar ve yabancı kitapları okumayan kişiler aslında Serv Anlaşmasını sunan batılıların tercihleri arasında en Osmanlıyı var eden anlaşma olduğunu bilmiyorlardır.
 
Yabancı Arşivlerin birisinden çekilmiş bir fotoğraf vardı zamanında. O fotoğraflarda İç Anadolu dahil her yeri başkasına veren fotoğraflar vardı.
 
Amerikan veya İngiliz Muhipleri cemiyetleri paylaşımlarda ne kadar tepki gördülerse Serv anlaşmasına razı gelmeleri sağlanmış.
 
Tabi sonradan Kurtuluş savaşı verildi de o zaman kaybedilen toprakların bir kısmı geri alındı. Tabi alınamayan nicelerinin yanında o dönem olan şartlarda çok üstün bir başarı olarak kabul edilebilir.
 
Osmanlı devam etseydi Cumhurbaşkanı yerinde Padişah’ın olacağını da çok iyi biliyordur Erdoğan. Çok özlem duyduysa kimliğini umursamaz yerini bırakabilir istediği gibi Osmanlı Hanedanına. Akp içerisinde Osmanlılara bırakıyorum deyince de laf eden birisi çıkmaz tahminimce.

Lord – Rabbi – God – Tanrı – Terbiyeci – Öğretmen

Lord – Rabbi – God – Tanrı – Terbiyeci – Öğretmen
Lord bless me! = Affet rabbim
Rab = Terbiyeci kelimesi ile yakın manadadır.
(Not: Vikipedia’da düzeltilmesi gereken bir durum mevcut. Rabbi Allahın 99 adından birisi değildir sıfattır)
Allah’a addedilen bir vasfın Avrupa ve Ortadoğu kökenli kullanımlarından bahsettim. Önce yazdığım makalenin güncellemesi olarak tekrar ele almayı uygun gördüm.
Farkında mısınız?
Evrenlerin) tanrısına verdiğimiz vasıflardan birisi Rab olarak bahsedilir.
Avrupa ve Ortadoğu kültüründe ise insanlara bu vasıf verilmektedir.
Avrupa devlet yöneticisine Lord (Terbiyeci), Yahudilerde Hahamlara Rabbi (Efendi – Terbiyeci) derler.
Avrupa ve yahudi kültürünün esas noktası kendisini tanrılaştırma eğilimidir.
İsterseniz Yunan felsefesinde bulunan tanrılara bakın.
Eski dönemde yaşamış Titanların oğulları olan Olimpos dağında yaşayanlara bir grup insana tanrı vasfı yüklenmiştir.
Hint kültüründe ise asırlar öncesinde yaşayan ve tüm topluma fayda sağlayan veya başarılı kişilikleri tanrı olarak lanse etmişlerdir.
Çok kollu Vişnu mesela pek çok işe yetişebilen bir insan olarak betimlenebilir.
Oraya varan üstün ırk olarak gören kişinin işl çocukları da brahmanın yüzleri olarak betimlenmiştir.
Nāga
Rahu
Apsara
Yakşa
Vanara
Her birisi o dönemin verimli bir özelliği olan insanlarıdır.
Yunan kültürüne (mitoloji)  baktığımızda da aynı şekilde üstün bir özelliğe göre tanrı vasıflandırmaları yapmışlardır.
Örneğin zeus çok atik ve ani davranan birisi olarak gözüküyor. Ona şimşek gibiden şimşeklerin tanrısı diyorlar. Neptün denizcilik alanında başarılı komutanlık yaptığı için denizlerin efendisi (tanrısı) olarak betimleniyor.
Yani:
1) Belirgin karaktere sahip bir ırka mensup kişilere
2) Öğretim konusunda dünyada yeni bir çığır açan kişilere
3) Özel bir bölgeyi usta olarak yöneten kişilere
4) Topluma çok fazla yararlı olan ve bir ırka sahip kişilere
Yani %50 oranında tanrı ve tanrıçalar hep ırk kökenli bir durumdan kaynaklanıyor.
Mesela Osmanlı dönemi tanrı vasfı kişilere verilseydi şu şekilde olurdu:
Barbaros Hayrettin Paşa – Neptün – Denizlerin Efendisi (Tanrısı)
Yıldırım Bayezid – Zeus – Jüpiter – Havanın Tanrısı
Hürrem Sultan – Aphrodite – Venüs – Aşk Tanrıçası
Mimar Sinan, Yavuz Sultan Selim, Yunus Emre vb. tüm başarılı kişilere tanrı vasıfları verilirdi.
İnsanlara saygıdan bir kelime öğretenin 40 yıl kölesi olurum mantığı da bu Rabbi (Efendi) insan olayına çıkıyor.
Katkı sağlayan herkese karşı nankör olmak tartışılabilir bir ayıp olarak gözükebilir. Fakat onu tanrılaştıracak kadar da yüceltmek saçmalıktır.
Bu her ne kadar tek tanrılı dinlerde engellenmeye çalışılsa da halen daha bazı yerlerde abartılı şekilde sürmektedir.
Doktorlar, Öğretmenlere saygıdan düğmeleri iliklemek bir saygıdır fakat el öpmek ve onun her dediği doğrudur diye düşünmek ise yanlıştır.
Modern Dünya’da Durumlar
Tarikat şeyhlerinde özellikle bazı şeyhler bu konuda başını ellerinin arasına koyup düşünmeli. Eğitmen oluyorsa da diğerlerinden yüce kısmı orada bulunduğu vasfı değil ahlakı olmalıdır.
Mesela bu konuda en başarılı iki kişiyi söyleyebilirim. Oğlu veya babalarını bilmeden sadece bu şahsiyetlerin karakter ve nizamlarını çok beğeniyorum. Oğulları ve babalarının ahlakı kendilerini ilgilendirir.
Mahmud Esad Coşan Bey ve Abdulfettah Ebu-Ğudde Bey. İkisi de Rahmetli olsa da son dönemde yaşayan ve karakterlerini, ahlakını samimi olarak beğendiğim kişiler.
Bazı şeyhler var ki Hizmet ehli görünüp gerçekte para, menfaat ve güç için uğraşıyorlar. El öptürmemek için uğraştığını düşündürür fakat hal ve hareketleri hatta tavırları hiç uymaz onların.
Şu an sosyete alemi üstün vasıflıların toplandığı yer gibi görüldüğü için ünlülerin hepsini halk Tanrı olarak kabul ediyor. Erişilmez, görüldüğünde bile hayranlıkla yapışılan insanlar olarak görülüyor.
Ünlü olmuş herkes girdiği ve beğenildiği her yerde bir successor (başaran) olarak görüldüğü için olmaktadır bunlar.
Neden Tanrılaştırma ve Tanrı Gibi Düşünenler Var
Dünya genelinde sürekli diğerlerini yönlendiren, diğerlerini güden, diğerlerinin beğenisini kazanan insanları hep tanrılaştırma eğilimleri barındırıyor.
Kendileri bir şey olamamış insanlar gerçekten bir şey için çalışıp kazanmak yerine başkalarına tapınmanın kolaycılığında başkalarını yücelterek hem gönüllerini (vicdanlarını) tatmin ediyor hem de o tanrı o zaten üstün diye kabul ederek başarısızlığının suçunu başkasına atıyor.
Gerçekte bir konuda çalışsa bir insan her türlü bir yerlere gelebiliyor.
Başkalarının önünü tıkamaya çalışan kendini tanrı gören kişiler (şeytanlar) ise engellemeye çalışıyorlar.
Çünkü kendi cakaları (karizmaları) bozulmasın vasıfları dağılmasın istiyorlar. Herkesten üstün olduğunu başkalarına inandırma dertlerindeler.
Fakat herkes eşittir (denktir) ahlakını unutuyorlar.
Diğer insanlar bu tanrılaşma eğilimlerinde olanların iktidar ve kudretinden uzaklaştığında gerçek tekamülüne bir adım atacakları gerçeği bulunmaktadır.
Çünkü pek çok yapamadıklarını düşündürecek şeyi aslında yapabileceklerinin farkında olacaklar.
He gerçekten de aklı veya ikna gücü çok yüksek bir insan tüm her şeyi size yapabileceğine inandırabilir. Bu çok normal bir durumdur.
Fakat bir insan olarak Allah’ın kudreti sayesinde o inandırdığı kişiler ile birlikte yok olacak kadar da naif bir varlıktır.
Bilim olarak tüm dünyayı hatta ayı bile yönlendirecek vasıflara sahip olsa da halen daha yapamadığı bu evrenden üst evrene geçiş konusunda bir başarısı olmayacaktır.
Çünkü gerçekte Doğa Kanunlarına uyum sağlayabilirsin ama onları bilgisayar gibi yapay oluşturduğun şeyler haricinde kendin değiştiremezsin.
Çünkü Alemlerin rabbinin kanunları tek ve yücedir. Kimsenin değiştirmeye kudreti yetmez.
Terbiyeci (Eğitmen) vasfı ise Öğretmenden farklı olarak pratik öğretimlerden bahseder. (Ödül – Ceza) ilkesinde genelde zorbalık ile öğretme yoluna gider.
Rabbi = Terbiyeci olarak görüldüğü için bu sıfattan genelde zorluklar ile gelen uygulamalı kişilik değişimini ifade eder.
Öğretmen ise teorik olarak bahsedilen bir durumdur. Kimseye ne yararı ne zarar verecek şekilde doğa kanunlarının teorisinden bahseder.
Her türlü bir yere götürme ihtimali olsa da insanlar rabbi olamaz fakat öğretmen olabilir.
Çünkü kader veya karma her ne derseniz deyin o durum insanlara veya tüm diğer varlıklara Allah’ın (Rabbin) bir durumunu gösterir.
Öğretmenler ise teorik olarak öğrenir ve diğerlerine bunu öğretir.
Fazla uzatmadan sadede gelmek istiyorum
Batı, Hindistan ve bölgemiz kültüründe diğerlerinden üstün olduğunu iddia eden insanlar karanlık çağlarda Tanrı ve Tanrıçalar olarak tanıtmışlardır.
Hatta meclisleri bile ayırıp Lordlar Kamarası – Avam Kamarası diye isimlendiren bir kültür bulunmaktadır İngilterede. Tanrılar kamarası ? ne kadar komik kaçıyor değil mi dilimizde.
Halbuki Alimler Meclisi veya Aydınlar Meclisi gibi en azından toplumun yararına bir durum olsa bu kadar komik duruma düşerler mi?
Alimler en azından bilgisi olan ve halkın yararına çalışabilme potansiyeli olan bir gruptur. Toplumun geleceği konusunda gerçekten de faydalı olan insanlar gerçekten de başarılı olursa MGK toplantıları gibi toplanmasında sakınca görmüyorum.
Tabi kendilerini ırk olarak veya torpil ile geldikleri için üstün gördükleri durumlar (tanrılaşma eğilimleri) olursa bu meclis türünün yoz, sorunlu ve hatalı olduğunu özellikle belirtmek isterim.
Herkesin gerçekten bilgisini kanıtladığı ve uygulamalarda topluma yararlı olduğu kadar menfaatini de diğerlerinden ayırmayan herkesi bu mecliste görmek de yararlı olacaktır.
Bu tip ırk durumu olarak tanrı görenler ailevi bir kültür sonucu böyle olmuştur. Bunların bilinçli yaptıkları davranışlar ise gözleri diğerleri kadar hırs dolu olmayanların farkında olmadan köle gibi davranmasına yol açmıştır.
Dünya üzerinde bu durum tek tanrılı dinler aracılığıyla gitmiş olsa da halk üzerinde halen daha bu durumun geçerliliği sürmektedir.
Kültürde olan tanrı – köle ilişkisi halen daha yaşamlarında devam ettirecek izler olduğu için pek çok kişi halen daha köle gibi tavırlarda bulunuyor. Bunu ileride başka bir yazıda tek tanrılı – çok tanrılı dinler ile ilgili bir yazıda daha geniş ölçüde yazmayı düşünüyorum.
Gitmeden evvel bir ek olarak da şunu söylemek istiyorum. Tanrı = Lord algısını üretenler dışında gerçek lord kavramından da bahsetmek istiyorum.
 
Lord = Alman dilinde “ekmek dağıtıcı” kelimesinden devşirmesidir.
 
Gerçekte Allah rahmet ve bereket sahibidir. Yine de “ekmek dağıtıcısı” olara görülebilir fakat bu sıfat yine de eşit değildir. Bunu da özellikle belirtmek istedim.
 
Herkese iyi günler

Bir Medeniyetin, Bir Toplumun Kıyımı

Bir Medeniyetin, Bir Toplumun Kıyımı
 
Medeniyet dediğiniz kültürdür, yaşamdır, insanların genel bir ahlak anlayışı ile diğerlerinden ayrılan durumlarının olması demektir.
 
Anadolu kökenli Osmanlı medeniyeti ise 1900’lerin başında akıl almaz derecede büyük kayıplar yaşadı.
 
1800’lerde olan Girit ve Bulgar çetecilerin durumu bile bu kayıpların yaptıklarının binde biri etkisi olmamıştır.
 
Osmanlı’da yaşayan halk 1912 – 1922 arası dönemde toplamda minimum miktarda 1,3 Milyon kişi savaşlarda kaybedildi, 5-6 milyon insan sürgün edildi ve Yeni Türkiye kuruldu.
 
Askerde 1,3 Milyon kişi size belki az gelebilir fakat dünya savaşı sırasında toplam dünya nüfusu 1 Milyar civarındaydı. Şimdi ise 8 Milyar.
 
Dünya savaşından sağ çıkan nüfus 10.000.000 yaklaşık sayıdayken şimdi 80.000.000 civarı sayıda. Yani yaklaşık 8 katı artmış durumda.
 
1.3 Milyon kişi demek 8 ile çarpınca 10.2 Milyon kişinin askerde ölmesi demek şu an yaşanan nüfusa göre.
 
Düşünün.
 
Nüfusun 40.000.000 erkek, 20.000.000 erkek 18-65 yaşı arasında yaşayan insan olduğunu düşünürsek tüm erkek nüfusun yarısına tekabül ediyor.
 
Düşünün şimdi dünyanın büyük orduları arasında sayılan 700.000 kişilik orduyu düşünün. O zaman ülkeyi savunmak için kaybedilen nüfusun sayısını siz düşünün.
 
Boşuna 15 yaşında çocuklar Çanakkale Savaşında ölüme gittiler denilmedi. Boşuna Liseler mezun vermedi denilmedi. Bunlar gerçekten bir toplumu kurtarmak için kendini feda etme savaşının kanıtıydı.
 
Balkan savaşlarının kayıplarından yeni çıkmış bir nesil ikinci darbeyi oradan yedi ve üçüncü darbeyi de kurtuluş savaşından çıkarken verdi. Fakat nihai amacına ulaştı ve canlı (survivor) olarak gelecek yüzyıla adım atmaya başladı.
 
Küçük fakat kendini dünyaya kanıtlamış bir kültür olarak fakirlikte, yoklukta, borç batağında, erkek nüfusunun çoğunun da yok olduğu dönemde kendi içinden gelişmeye başladı.
 
İsmet inönü’ye savaşta tarafsız kalması ile ilgili hep eleştiriler olmuş ve rodos’ta hak iddia etmediği için laflar edilip duruluyor.
 
Zaten savaşılmadığı için ve Türk kültürüne düşman batı yüzünden Rodos’ta ne kadar hak iddia etsek de vermezlerdi bunu da hatırlamanızda fayda var.
 
Osmanlı mülküymüş al senin olsun demez adamlar. Yıkılmış diye Kıbrısı vermedi İngiltere onu mu verecek size.
 
Elbet iyi kötü pek çok şey yapmıştır. Tarihsel iz üzerinden karakter teşhisi yapacağım sizlere.
 
Bir de onun yaşamı açısından bakalım. Hem balkan savaşı yaşamış hem birinci dünya savaşı yaşamış hem de kurtuluş savaşı yaşamış birisi insanların o durumda olan sıkıntılarını gördükten sonra bir daha o savaşa girmek için uğraşır mı?
 
Tabi ki de asla.
 
Çünkü o yokluk döneminde insanların yok oluşlarını görmek çok acı verici bir durum olurdu eminim.
 
Düşünün Halep Halep diyorsunuz sürekli. Siz daha bir gıdım bile tatmadınız o acının ucundan köşesinden. Sırça köşklerinizde (apartmanlarınızda, villalarınızda) gezip eğlenip tozuyorsunuz.
 
Lafa gelince kahramanlığınıza toz kondurmuyorsunuz fakat en fazla CS (Counter Strike) kahramanı olarak bir şeyler başarıyorsunuz.
 
O yüzden barış politikasının değerini de hiç anlamıyorsunuz ve Musul diyorsunuz Kerkük savaşarak bizim olsun diyorsunuz.
 
Emin olun savaş o kadar kolay bir şey değil. Özellikle yeni teknoloji ile.
 
Şimdi gelelim o trajik dönemin analizine.
 
 
Balkan Savaşları
 
Savaşta Ölen: 122,000
Yaralı Olup Sonradan Ölen: 20,000
Hastalıktan Ölen: 82,000
Zaiyat: 224.000
 
Balkan savaşları sonrası 2,5 Milyon kişi yerlerinden oldu. Toplam 224.000 asker savaşta öldü. İlk küçük savaşta bile 8 ile çarptığımızda 1.792.000 kişi şehit olmuştur. Şuan olan asker sayısının iki katından fazla.
 
Birinci Dünya Savaşı
 
Çanakkale 250.000
Sarıkamış 90.000
Toplam: 340.000
 
Savaşta en önemli iki cephenin kayıplarından bahsedeceğim.
 
Size bu sayılar küçük gelebilir ancak gerçekte durumun vehameti çok büyük. Bir cephe savaşında balkan savaşından büyük kayıplar yaşanmıştır. Çanakkale Cephesi.
 
250.000 kişi minimum hesap ile 2 Milyon insan eder şimdiye güncellediğimiz taktirde. Tüm itilaf donanmasının medeniyetin kalbi İstanbul’a yapmaya çalıştığı harekatta savaşın tüm savaşın 4 te 1 kaybı bir sene içerisinde gerçekleşmişti.
 
Savunma savaşında teknolojik yetersizlik ve yoksunluklara rağmen düşman devletlerin bir o kadar ordusunu da toprağa götürdü.
 
Elbet insanların ölmesi, birbirini kırması kötüdür fakat savunma savaşında yapmak zorunda olduğu için Çanakkale’de yapmak zorundaydılar. Diğer türlü kendileri de toplumları da yok olacaktı.
 
Aynı zamanda Enver Paşa’da Sarıkamış’ta yoksunlukları düşünmeden Ruslara kış baskını yapmayı düşündüğünde yaptığı Sarıkamış Harekatında olan durum büyük bir facia olarak geçebilir.
 
90.000 kişi. Dile kolay. 8 ile çarpınca Ordunun sayısından daha fazla askerin soğuktan yok olduğunu görüyorsunuz. 720.000 kişi.
 
Doğu cephesinde tüm ordular yok oldu ve Van, Trabzon arası bir yay şeklinde topraklar Rusların eline geçti.
 
Düşünün bir medeniyetin nüfusunun nasıl kıyıma gittiğini, yok olduğunu. Zaferimiz kutlu olsa da Prius Zaferi gibi toplumu tamamen içten çatırdatacak şekilde ağır maliyetleri olmuştur.
 
 
Osmanlı İmparatorluğu
Askere Alınan: 2,850,000
Savaşta Ölen: 325,000
Yaralanan: 400,000
Tutsak / Kayıp: 250,000
Zaiyat : 975,000
Askere Alınma Yüzdesi : 34%
 
 
Balkan savaşlarından kalan erkeklerin erkeklerin 1/3 ü orduya alındı ve onun da 1/3 ü şehit oldu. Diğer 1/3 ü mücadele etti ve diğer 1/3 ü de Amerika ve batı köpekliği yaparak kürt teali cemiyeti ve pontus cemiyeti gibi cemiyetler ile ülkeyi içten yıkmaya çalıştı.
 
Fakat o ülkenin o durumunda bile geri kalan 1.900.000 erkek içerisinden toplumu için çalışan bir azınlık dünya devletlerinin bize minik çocuğu hayallerine sahip olsun diye önden göndermesi gibi Anadolu’ya saldırttığı halde yendi ve küllerinden doğmanın ilk adımını attı.
 
Büyük devletler emin olun kamuoyunun yıpratıcı etkisiyle onların yönetimlerini mahvedeceklerini bilmeseler saldırı yapmayı düşünürlerdi.
 
Fakat dünya savaşı sonrası tüm Avrupa’da olan bıkkınlık ve Anadolu’nun işgali maliyetleri yüzünden belirli stratejik noktaları ele geçirerek diğerlerini Yunanlılara hedef göstererek maşa olarak kullandılar.
 
Tabi İtalyanın hedeflerinin de Yunanlılara verilmesi bir yandan bizim düşmanlarımızın azalması ve Fransızın Güney Cephesinde savaşları ve diğer küçük devletleşmeye çalışanların savaşlarıyla uğraşmamıza neden oldu.
 
İtalyanlar Güney Batı’da tek kurşun dahi atmadan bize geri verdi toprakları. İngiltere ise halkın savaş istememesi nedeniyle sürekli pislik diplomasisi ve iç karışıklıklar ile halletmeye çalıştı.
 
Osmanlı, Türkiye düşmanlığı tutmadı Musul’da Şeyh Sait gibi isyanların olması ile yapılan tehtitler işe yaradı ve o bölgeyi de az bir menfaat ile kurtarabildik.
 
Kurtuluş Savaşında
 
Düzenli Ordu Sayısı: 271.000
Kayıp Sayısı: 91.148
 
Bir de bilinmeyen halk arasında örgütlenerek bölgesel çatışmalarda kültürünü korumaya çalışan pek çok kayıp bulunmaktaydı.
 
En az 100.000 yaklaşık olarak tahminen 150.000 kişinin en azından bu savaşta şehit olduğunu düşünüyorum.
 
91.000 minimum hesaplamasında bile 728.000 kişilik bir kayıp demek bu dönemde. Bu da bir Türk ordusu kadar kişinin daha şehit olduğunun göstergesi.
 
10 sene içerisinde Her savaşta bir Türk ordusu kadar kayıp minimum olmuş bir toplumun şu an bile ayakta durması mucize gibidir.
 
Bir kahramanlık destanı yazıldı deniliyor ya. Ülkenin kıymetini bilmeyenler ve düşman olanların burun kıvırdığı kişilerin gözüne sokarak nasıl bir destan olduğunu belirtmek istedim.
 
Batılıların ve Said’i Nursi’nin dediği Yecüc Mecüc kabilesi olarak gördükleri tüm dünyaya egemen olacak kişileri Türkler olduğunu ve hastalıktan yok olacağını söylerken Aslında kendi çapında ne kadar Türk düşmanı olduğunu ve Türklerin ne kadar etrafa yayılacağını da dışa vurmuş oluyor.
 
Şimdi böyle küçük olduğumuza bakmayın. Bu dünya savaşmadan yada savaşarak Tüm Dünya’nın egemeni olacak bir ülkenin yeniden dirilişine şahit olacak.
 
Bu durum tüm kötülük yapanların kıyım zamanı olacaktır. Aynı zamanda Anadolu toplumunun yeniden doğuşu (kıyam’a kalkması, dirilmesi) demek olacaktır. Müslümanlığın yeniden dirilişi aynı zamanda.
 
Onların mesih’i şeytan yani köleleştirmeye çalışan bizim deccalimiz, Bizim Mesih’imiz ise onun Deccal’i yani toplumu yok etmeye çalışan insandır.
 
Amerika için çalışan herkes bu toplumu yıkmaya çalışan veya ellerini zincire vurmanın yararlı düşünen insanların devamı olarak görülebilirler.
 
Ergenekon destanında nasıl dört tarafı dağlar ile çevrili bir toplum bir anda tüm dünyaya yayıldıysa bir benzeri de Anadolu’da dört tarafı dağlar ile çevrilmiş bölgede geçerli olacak gibi.
 
Batıda Hristiyan propagandalarında hep Türkler, İran’lılar ve Suriyeliler düşman olarak gösteriliyor.
 
Fakat bilmiyorlar ki Hristiyan ve Yahudi kutsal metinlerinde geçen Asuri halklar Selçuklulardı.
 
İstediğiniz kadar bakın Asurluların koydukları nam ve isimlere. Selçuklu isimleri ile aynı veya çok benzer adlardır.
 
Roma Güneşi ve güneş takvimini yani RA’yı temsil ederken Sümer metinleri hep Ay takvimini ve EL’i temsil eder.
 
Müslümanlar Ay takvimini kullanırlar ve Batılılar Güneş Takvimini.
 
Bunlar bir tesadüf değil. İki büyük kültürün birbiriyle olan rekabetini gösterir.
 
Müslümanların Sümerlilerin torunları oldukları çok rahatlıkla söylenebilir. Peki ya batılıların?
 
Geçenlerde Nostradamus’un gelecekte insanların Kova ve Yengeç burcu yıldızlarına doğru ilerleyeceğini diyor şeklinde bir bilgi görmüştüm. Kıyameti de 3797 olarak söylüyordu.
 
Kova burcu Akıl ve çalışkanlık gezegenidir. Ra grubunun Akılcı bir yol ile dünyada egemenliğin bir kısmını oluşturacağını gösterir gelecekte.
 
Diğer bir kesim ise Yengeç burcu olacaktır. Bunlar da Duygusal ve sadakatin timsali burçlardır. El grubunun Duygusal ve kalbi amaçlar ile diğer bir dünyanın egemenleri tarafını olacağını gösterir.
 
Biz EL diyarının medeniyet geleceğinde yaşadığımız için EL toplumunun bir ferdiyiz. İsteyen Ra kesimine geçebilir fakat bilmeli ki o insanlar size güzeli gösterip süründürecek kadar da acımasız şekilde davranır.
 
Amerika’nın evsizlerinin sayısı Türkiye nüfusu kadar yaklaşık olarak.
 
Aynı zamanda Ortodoks Hristiyanlar’da EL diyarından olduğunu gösterecek derecede hristiyanlığı duygusal tasvirler sahibidir fresk ve ikonlarda. Sürekli İsa ana ve oğul kıvamında betimlenir.
 
Batı yani Katolik kiliselerinde yani RA diyarında da hep şiddet, ceza ve kısmına yönelmiştir. Ortaçağ’da cadı avları da sadece mantık ve akıl ile acımasızca insanları gerektiğinde acımadan yok edeceğini göstererek nasıl gerçek olduğunu gösteriyor.
 
Doğu ile Batı’nın çatışması yeniden alev almaya başladı.
 
Duygusal Yengeçler ile Mantık sahibi Kovalar yine teknoloji ve birlik konusunda denk güçler haline gelmeye başladı.
 
Batının çakallıklar ile yaptığı banka ekonomisi ile yapay para ve dünya para birimi ile oluşturduğu yapar dolar gücü ile zenginliklerini katladığı dönem artık bitti.
 
Şimdi dengenin diğer tarafa geçme zamanı.
 
Az kaldı.
 
Çok az.
 
Sadece biraz sabretmemiz ve duygusal toplumun dayanışmasını izlemek kaldı.
 
Tabi Üst Akıl diyenlerin de gerçekten kimin tarafında olduğu o zaman ortaya çıkacaktır.
 
Şu an doğu bloğu Suriye’de batı’yı yavaş yavaş kendi cephelerinde hezimete uğratıyor.
 
Tabi sizler hala Müslümanlar tarafında değil de Amerika tarafında olursanız bu savaşın Zalimleri kısmında olduğunuzu hatırlatırım.
 
Öyle kimin zalim olduğunu ve hedef gösterdiğimi sorarsanız size bu kimin projesinin ürünü ve hangi halk ölüyor diye sorarım.
 
Ölen halk Müslümanlar ve bu proje İsrail – Amerika’nın BOP projesi. Onlara Üst Akıl diyen ve onlar ile ortak olarak Suriye’de ve Müslüman Dünyasında projeler hazırlayan kişilerin emirliği altında nasıl bir konumda olduğunuzu fark etmenizi isterim.
 
İşin garip yanı Doğu bloğu her zaman savunma, kara ordusu kısmına abanmış, Amerika ise saldırı ve hava ile deniz ordusuna abanmıştır.
 
Teknoloji olarak askeriyeye en çok harcama yapan devletin Amerika olduğıunu ve tüm dünya’da Afrika ve Asya’da onlardan olmayanlar ile nasıl terörize ederek savaştığını görmeniz yararınıza olur.
 
Hem de Müslümanlık adı altında yaptırmaları da bu büyük tuzağın en büyük oyunu. Orta Afrika, Nijerya, Doğu Asya’da Müslümanlar eliyle, Birmanya civarlarında ve Burundi gibi ülkelerde ise hep azınlıkların eliyle böyle bir plan içerisinde.
 
Bazen geniş açıdan bakmak yararlı olur diye düşünüyorum.
 
Gelecekte Barış yine egemen olacak. Bu da kendilerine Üst Akıl diyen kesimin yontulması ve gücünün kırılması ile olacaktır.
 
Şimdi olan para ve akla dayanan gücüne güvenmeyin sonra. Menfaatler de bir yere kadar. İlk satılan ve heba edilen siz olursunuz ileride. Haberiniz olsun.

Yeni Dönemin Savaşı – Ekonomi – Osmanlı Sistemi – Yeni Sistem

“-” Önemli bir not ile başlamak istiyorum. Eğer bunu ülkenin başına gönderecekseniz ve devletin başındaki bunu okuyorsa dikkate alsın. Siz de bir zahmet adımı hitap ederek yollayın. İsim tescil hakkı her türlü bende olduğunu unutmayın.
 
Bu yazdığım yazıdan hiçbir menfaat beklentim yok. Zaten öyle olsaydı bunu böyle ortalıkta yazıp da görmeni istemez direkt olarak kendim bunu uygulayacak bir yol bulurdum. iki durum yapılmadıkça hakkımı haram ediyorum. Bu durumlar olmadıkça da bu sistemi uygularsa da her türlü en doğru adalet sağlayıcı olarak gördüğümden Allah’ı şahit tutarak başına gelecek tüm belaların gelmesini de peşinen kabul etmiş oluyor. Sadece İki söz istiyorum. (yurtdışındakiler için 2+ ek maddesi 2 yerine geçer.)
 
1) Devletin bu sistemi uyguladıktan sonra asla ve asla kimsenin hakkını yememesi ve meritokrasi’ye (herkesin liyakatına önem veren sistem) geçmesi ve ne olursa olsun hiç kimseye ateist olsa dahi fikri veya görüşü sebebiyle yakılması durumunu engelleyip barış ortamını sağlaması. Dinin gereği de olsa ahlak gereği de olsa böyledir. Saldırmadıkça saldırma ve işini ehline verme vardır.
 
2) Yıldız Sarayı, Yıldız Parkı, Beşiktaş – Kadıköy İskelesi gibi yerleri yeniden halka tam manasıyla açarak bu bölgelerde olan devletin de olsa özel mülkeştirme durumlarından vazgeçmesi. Sonuçta o bölgeler tarihi değere sahip ve asla ve asla bir insan olarak o değerleri bozmasını istemem. İstediği gibi beştepede veya atatürk orman çiftliği gibi yerlerde takılsın bu sözleşme dışındadır.
 
2+) yurt dışından bir devlet ise bu sistemde olan devletlere saygı duysun ve sistemin diğerleri ile birlik beraberlik içerisinde olsun. başka bir şey istemem zaten. “-“
 
Uygulayıp uygulamama kararı tamamen onun elindedir. Her türlü gider gelir meselelerini düşünerek hangisi daha mantıklıysa onu karar verir ve uygular. En azından müslüman ise ikisinden birisini karar verir. Öyle her ikisini de işime geleyim tarafını yaparsa tamamen üstteki maddeler geçerlidir Allah katında olan akitte.
 
Dünya üzerinde devletler sanayi devrimi sonrası ekonominin büyümesi ve firmaların diğer bölgeleri yönetmek üzere egemenlik kurmaya başlaması sebebiyle askeri operasyonlardan gelir kazanmak daha maliyetli hale geldi.
 
Eskiden krallar gelir bir yeri ele geçirir ve o bölgenin ganimeti ile yeni ordular kurarak hüküm sağlamaya çalışırdı.
 
Firmaların bol miktar üretim yapması insanları çok daha fazla imkan sahibi ve konforundan vazgeçmeyecek duruma götürdü.
Bu da insanları savaşları bitirme ve barış durumuna gelmek için olumlu durumlar sağladı.
 
Devletler her zaman tekelleşmeye çalıştığı için ne kadar toplumlar barış istese de bir fay hattı birikimi gibi sürtüşe sürtüşe birikiyor ve birinci olma yarışında ekonomik açmaza geldikleri anda birbirini patlatır gibi savaşa başlıyorlar. İki dünya savaşı da bunun en net örnekleridir.
 
Dünyada bulunan tüm devletler birer sistem olarak görülebilir. Her birisi şu an diğerlerine karşı bir sistemler savaşı veriyor. Bu savaş içerisinde en güçlü olan gelişiyor ve diğerlerine karşı üstünlük sağlıyor.
 
Şimdi gelelim konumuza.
 
Konumuz Halkın içinden gelen toplumsal bir reform ile çağa ayak uydurma çabalarının bir tecellisi olarak görebilirsiniz. Konumuz Ekonomik girişimci ve devlet dengelerini sağlayacak yeni bir sistem önerisi olacaktır.
 
Sistemin adını Müslüman Sistemi ve Osmanlı Sistemlerinden esinlenerek yaptığım için adını “Emire Bağlı Üretim Sistemi” koyuyorum.
 
Siz ne düşünürseniz düşünün amacım hem kapitalistler kadar girişimci ruhu olan hem de komunistler kadar dengeli gelir sağlayabilecek bir sistemi tekrardan hayata geçirebilmek isteğimden kaynaklanıyor.
 
Sistemi hangi perspektiflerden bakarak oluşturdum?
 
Müslümanlıkta devlet anlayışı geliri dengeleme ve zenginin parasını fakire vererek ekonomiyi döndürme esaslıdır. Aynı zamanda bu ekonomi asla ve asla girişimciye başkasının zararına iş yapmadıkça ve tembel bir şekilde bir tarafa ekonomik birikim sağlamadıkça istediği kadar gelir etme fırsatı sunuyor.
 
Osmanlı tarafına bakınca da bu sistem ekonomide bulunmakta fakat o dönemde sanayileşme olmadığı için insanlar için mikro ölçekli işletmeler kaynayan özgür ticaret sistemi vardı. O yüzden bu olayı yapmaya çalışmak bu dönemde geçerli olmayacak derecede başarısız bir sonuca ulaşır.
 
Biz o yüzden ekonomiyi bir savaş alanı kabul ederek Osmanlının girişimcilik ruhunu ele alabiliriz. En önemli etken Sipahi ocağı sistemi yani diğer adıyla Tımar sistemi örneği verilebilir.
 
Yalnız bu özerk girişimler hakkında sorunlu noktalar olduğu için onları da düzeltecek şekilde bir patch (ekleme) yaparak size sunmayı düşünüyorum.
 
Tımar sistemi ile ilgili bir çıtlatma sonucu devlet kafasında nasıl bir planlama oluşabilir diye bir tanıdığıma ulaştığımda benim bakmadığım başka bir açısını daha kazandırmama vesile oldu.
 
Şimdi İlk ve sonraki gelen aşamaları teker teker açıklayarak ona göre daha tutarlı olan altyapısı ile ilgili sistem hakkında bilgi vereceğim.
 
İlk kafamda Bulunan Tımarlı Fabrika Sistemi Kısmı
 
Osmanlı devleti Tımarlı Sipahilere arazileri kendi taktim ederdi. Orada arazi verdiği ağalara seneler boyunca asker yetiştirme karşısında vergi muafiyetleri olur ve hem asker yetişir hem de bakımı devlet yükümlülüğünden kalkar şeklinde bakabilirsiniz.
 
Benim görüşümde ise şu sorunlar üzerinden fikir yürüttüm:
1) Girişimcinin en büyük sıkıntısı para bulmak
2) Devletin en büyük sıkıntısı kendi gücünü geçen firmaların onu yönetmeye başlaması
3) Tüketime dayalı toplum sisteminden Üretime dayalı sisteme geçiş gerekliliği
4) Bankaların faiz işleri ve her ekonomik alana girmesi sonucu oluşan istenilmeyen enflasyonlar
5) Bankalar, bankalar, bankalar… hiç sevmem kendilerini 😀 Boşa değersiz paraları şişirip sonra da balon gibi patlamasıyla ünlendikleri için boşu boşuna krize neden oluyor ve sürekli piyasadaki trendlere bağlı olan değerlerin volatilitesi (dalgalanması) bu konuda destek veriyor.
 
Devlet bankacılık sistemi gibi ekonominin ana düzlemine yerleşecek şekilde bir fikir. Kapitalizm gibi tamamen devletin el eteği çekmesiyle meydanı girişimcilere bıraktığında görüyorsunuz simsarlar piyasayı allak bullak ediyor. Başkaları da zengin olmasın diye tüm girişimcilerin zengin olmasını engelleyecek düzenlemeler yapıyor.
 
Girişimcilik Fikri 1:
 
1) Girişimciler devlete bir proje ile gelecekler. Bu her tip üretime dayalı proje olabilir. Projeyi açmak devletin yükümlülüğünde. Geleni geri çevirmek olmaz mottosuyla (slogan) çok yasaklı olabilecek durumlar hariç hepsine izin verir. İster ayakkabı tasarımı ister motor ister kurdela. Devlet ise %50 devlet, %50 firma (tüzel kişilik) ortaklık ile o girişimciye fikrini gerçekleştirecek arazi, makine ve fabrika kurulumunu sağlayacak. Tabi ilk başta girişimci istediği ekonomik değeri öyle holding geliri kadar olmaz. Sadece tek bir makine ve deneme amaçlı küçük bir apartman katı kadar bir şey olarak düşünün bunu.
 
2) İşletme yönetimi üretim geliştirme konusunda tamamen girişimciye aittir. Girişimci 5 sene boyunca stajyer yönetici olarak devlet kontrolünde gelir gider tabloları her gün kontrol edilecek. Sonraki dönemlerde aylık veya senelik tablolarda özel durumlar olmadıkça kontrol süresi uzun tutulabilir. Özel durumlar zimmete para geçirmeye teşebbüs veya sürekli zarar vermesi durumu olabilir. Eğer 5 sene sonunda karlı bir işletme ise sürdürme ve devlet destek ile büyütmeye yardımcı olabilir vergilerin katkısıyla. zarar edenler rüştünü ispat edememiş ve başarısızdır, kapatılır.
 
3) Devlet şirketin gelirinin %50 sini 5 sene boyunca firmaya bırakır. Gelir getirdikten sonra en azından Zekat miktarı %2,5 kısmını her türlü almak zorundadır. Çünkü üreten firma kar getiriyorsa en azından her senelik birikimi de çoğalacağından artık devleti başka yerlere yatırım yapması gerekir. Hem de devlet bankacıların yapmaya çalıştığı ekonominin istihdamı ve para dağıtım merkezi olma durumunu tekrar kontrolüne ele geçirerek insanların devletin üstünde bir güç olmasını engellemiş olur. Böylece hem güçlü devlet hem de güçlü üretimden kazanan toplum ile dengeli oranlar ile sistem çarkları döndürülebilir. Gerektiğinde stratejik kaynakları kendi iç bünyesine alır ve onu fabrika gelirine ek hane olarak katarak girişimcinin firmayı daha çok geliştirmesini sağlar.
 
4) Firma devletin özerk kurumu olduğu için devlet tüzel kişiliğinin ast elemanıdır. O yüzden geliri de dolaylı yoldan devletin hesabındadır. Girişimci orada bir çalışan gibidir ve kazancın %10 gibi miktarı otomatik onun maaşı olarak kendisine verilir. Diğer kesimler diğer işçi maaşları, firma maliyetleri, firma yatırımları gibi kalemlere verilir.
 
5) Eski firmalar farklı sistem olduğu için onlar ile özel bir statüde devam edilir. Zaten devlet onları zamanla büyük balık olması sebebiyle asimile edeceği (özümseme olacağı) için zamanla onlar da bu sisteme aşina olacaklardır.
 
6) Eğer firma sahibi kazanç getiren bir yerden ayrılmak istiyorsa ona istediği gibi ayrılma hakkı verilecektir. Aldığı maaşlar onun hakkı olarak kendisinindir, Firma gelirleri ise tamamen firmanındır. Zorlama ile veya devletin kirli işleri ile alınmaya çalışılıyorsa bu durum istisnai olarak işyeri çalışanının her türlü iradesi ile tekrar sahip olma hakkına ve devletin ona tazminat ödemesi hakkına sahiptir. Eğer iradesi ile gittiyse taktirde kayyum devreye girecek ve o şirketin yönetimi devlete geçecektir. Bu sayede başka bir girişimcinin teklif ve açık arttırması ile ona geçecektir.
 
7) Üretilen ürünler hakkında firma sahibi yurt dışına satımını istiyorsa bu konuda devlet yurt dışında AVM tarzı yada market tarzı oluşumlar açarak Türkiye veya benzeri adlar ile olduğu yerde mağazalarda satışı yapacaktır. Eğer ki kalite değerleri o ülkenin talep gören kalitelerindense olur bu. Değilse o zaman ona uygun kalite düzeyinde marketlere aktarılır ürünler.
 
8) AVM değil de az talep varsa bu konuda o zaman sıradan bir holding gibi girişimciye sadece mal satımı ile ilgili salahiyet verilir. Asla bu para gönderimi ile ilgili olmaz. Yurt dışında bir arazi satın alınacaksa bu devletin adına alınır ve ürünler o alınan yerde satılır.
 
Benim gördüğüm daha çok şey olsa da seneler sonra pek çoğunu kaybettiğim bilgiler olduğu için aklıma gelenler bunlar.
 
Gelelim İkinci ve fikir çalıştayı sonrası yapılmış yönteme
 
Firmalar doğuda üretim yapıp malzemelerini devlete satacaklar önerisini görmüşsünüzdür geçen aylarda. İşte o haberin kökeni benim verdiğim fikrin bir mahsülü olarak ortaya çıkıyor. Çünkü tımar sistemi üreticiyi özerk yaparken fikri biraz farklı yönde algıladıkları için bu şekilde bir sonuç çıkmıştır ortaya.
 
Eğer girişimciler yönetime bağlanmak istemiyorsa, kendi sisteme adapte etmek için firmaları bu yöntem ile ikna edip geçiş yapabilir veya zarar etme potansiyeli listesindeyse böyle bir duruma geçilebilir.
 
1) Firmalar bağımsız yapısıyla üretim yaparken devlet girişimcilerin malını alır ve o malları fiskobirlik gibi belirli miktar fiyatlar biçerek ticaret işine girer. Geçenlerde kasap ve et muhabbetlerinde pahalı et durumları olması sonrası bu durum geçerli olabilir.
 
Örnek:
Kasaplar ile Koyunlar arasında bağ olarak kasapların istediği talebe ve yetiştirilme yerine göre giderek oradankesildiği gibi direk kasaplara lojistik firması durumunu üstlenebilir. Tüm kasaplar ile anlaşıldığı taktirde o zaman fiyatlarda tavan yapan durumlar da zaman ile düşmek zorunda kalır. Angus mangus hikaye. Kimse etinin tadı yabancı diye sevip tercih etmiyor.
 
2) son olayda olduğu gibi Savaş veya terör durumlarında devlet o böglenin ticareti mağdur olmasın diye bunu kullanabilir. Böylece halk üretir ve mağdur olmadan mutlu mesut bir şekilde yaşamını sağlar.
 
3) Geliştirilmek istenilen şehirlere böyle teşvikler verilebilir. Böylece o bölgede açılan her firma 5 senelik vergi izni kadar büyük avantaj ile devletin de yararına olabilecek durumları sağlar.
 
Neyse diyeceklerim bu kadar. Çalışma hayatım daha yoğun bir hal aldığından kafam dolu biraz. Eğer dil konusunda biraz bozulma veya eksik detay çok görüyorsanız bundandır. İleride aklıma bilgi gelir de buraya uğrarsam daha detayları da eklerim. İyi günler.

Sevr Hakkında İlginç İddia ve Tarihi Kanıtlar ile Cevap

Aylar evvel ilginç bir iddia duymuştum. Atatürk aslında vatan hainiydi dediler. Normalde Osmanlıya 100 sene sonra verilecek topraklar Lozan Antlaşmasında bırakıldı ve öyle Türkiye kuruldu şeklinde.
 
Bu tabi Osmanlı seven fakat tarihi gerçeği sorgulamayan pek çok kişi için aaa kesin öyledir şeklinde yorumlandı. Ortaokul zamanlarında dikkat ettiğim bir detayı çok sonraları bile dikkat etmeyince böyle de inanır oldular.
 
Gerçekte Osmanlı Sevr antlaşmasında 100. senesinde hakimiyetini geri alacağı bölgeler vardı evet ama onlar bilindiği gibi yurt dışında değil şu an olan topraklar içerisindeydi.
 
sevr_turkiye
Sevr antlaşmasında bize gösterilen sınırlar o Güney Anadolu’nun tamamı gitmiş harita gerçekte 100 sene boyunca sömürgecilerin idare edecekleri toprakların sınırıydı.
 
Gerçekte Yunanistan, Ermenistan ve Suriye-Irak Sömürgeleri ile ilgili topraklar hariç her yer geçici işgal bölgesi olarak tanımlanmıştı. Hatta bakarsanız oralar için XX devleti Nüfuz bölgesi olarak geçer.
 
Asıl sınır Adana şehri civarından Hakkariye doğuda Hakkari’den Giresun’a Batıda ise İstanbul civarı Trakya toprakları sadece Osmanlı sınırında yer alıyor ve oralar da Boğazlar bölgesi olarak geçtiğinden başka bir koloni devlet gibi yarı bağımsız oluyordu.
 
Tabi o dönemde yaşamayan birisi için Osmanlı’nın kaybettiği topraklarda kurulan yeni devlet her türlü suçlu bulunulması normaldir. İşin garip yanı da Osmanlı’nın devamı olduğunu kabul edip çoğu borcunu ödeyen de Türkiye’ydi.
 
Sevr Antlaşması ile ilgili bir başka ilginç nokta ise kabul etmeyen Türkiye’yi işgal ederek kendi topraklarına geçirmeye çalışan bir Yunanistan’ın teşvik edilmesi.
Sevr_Antlaşması_Türkçe
 
Eğer Türkiye o zaferleri kazanmasaydı Yunanlılar Osmanlı’dan aldıkları topraklar yanında uğraşma bedeli olarak savaş tazminatı olarak batıdan pek çok toprağı da isteyecekti belki de.
 
Ayrıca boğazlar bölgesi denilen bölge içerisinde midilli adası da dahil diye bu konuyu tartışmaya açabilirsiniz ancak asla ve asla Lozan’ın Sevr’den kötü olduğunu iddia edemezsiniz.
sevr ottoman_dismemberment
 
Sevr içerisinde Almanya’nın Ruhr bölgesinde olduğu gibi tamamen başka ülkeler için çalışan topraklarımız olacaktı ve bizde de o durumu gören toplum sürekli isyan ederek boşu boşuna heba olacaktı.
 
sevr_turkiyea
Tabi o dönemi bilmeyen için ne kadar ilerlemiş ve güçlenmiş olduğumuzu da görmek istemez ve sürekli devlete laf atar.
 
Aynı zamanda Sykes Pickott antlaşmasının detaylarını da atayım da siz haritanın sınırlarının sevr ile benzerliklerini de siz düşünün.
 
sevr öncesi sykes pickott (1)
Rus nüfuz bölgesi, Fransız Nüfuz bölgesi ve Büyük devletlerin kontrol alanlarına baktığınızda hangi bölgelerde hangi devletleri kurmayı planladıklarını az buçuk görebiliyorsunuz.
 
İtalya’nın almaya çalıştığı izmir ile herkese açık Sonradan uluslararası Boğazlar bölgesi olacak uluslararası Kudüs bölgesini de görüyorsunuz.
 
Aslında amaç baştan beri belli. Adana’da Sivasa kadar Kilikya Ermeni devletini kurmaya çalışan Doğuda Ermenistan kurmaya çalışan aynı zamanda Fırat ötesinde küçük bir Kürdistan kurmaya çalışan batıda Yunanlılara Boğazları Anadolunun batısını ve İzmir bölgesini veren bir harita görülüyor.
 
Boğazda bulunan Rus ve Batı Anadolu’da olan italyan nüfuz bölgesini sonradan yunanlılara düşünüyorlardı.
 
Düşünün eğer Osmanlı bu antlaşmayı imzalasaydı ne olurduk. Şu an Macaristan diye bilinen topraklar ile 1800 lerde bilinen Macaristan toprakları arasında olacak farktan bile daha çok sayıda bölünme yaşayacaktık.
sevr öncesi sykes pickott (2)
 
Tabi siz hala daha o toprakları 100 sene sonra Osmanlı’nın geri alacağını söylediklerinde gerçekten halk içerisinde örgütlenmiş yabancı faktörlerden alamayacağını ve vermeyeceklerini idrak edemeyecekseniz bir zahmet kendinize çeki düzen verip ben nerede hata yapıyorum diye düşünün.

Bizans ve Sonrası Anadolu’da Kültürel Etkileşimler

Roma Kültürü eski Büyük Batı Asya kültürün izlerini taşıyan bir imparatorluk olarak doğdu. Medeniyeti başkalarını yönetme olarak sürdürdü ve büyük bir imparatorluk olduğu sırada bir kavimler göçüyle ikiye ayrıldı. Batısı yok oldu ve doğusunda Bizans yaşamını sürdürdü.

Konu ile alakasız olsa da Romada dikkat çeken bir kanun hakkında bahsedeceğim. Batı Avrupa ve Roma’nın kanunlarında virgin (Bakir/Bakire) olan birisinin öldürülme hakkı yoktu. Bunu bozmak için askerler onu öldürmeden evvel aşağılık bir hareket yaparak bu kanunu geçersiz kılmak için uğraşırlardı. Bunu pek çok eski/yeni roma kültürü ile ilgili filmde göreceksinizdir.

Masumiyet ve virgin olanı öldürmeme kanunu olarak adlandırılabilir bu.  Her insanın küçüklüğünde masum olduğunu ve neslini devam ettirme hakkının olduğunu gösteren Roma öncesi kültür kanunundan geçmiştir. Bu da eskiden güçlü bir toplumsal hak/kanunların olduğunu göstermektedir. Virgin birisi değil kanunda çocuk doğurmamış /denememiş insanların öldürülme hakkının olmadığını göstermektedir. Gerçekte neslini devam ettirmenin ve evliliğe kadar herkesin masum olduğunun ne kadar büyük bir önemi olduğunu göstermektedir.

Şimdi geçelim konumuza. Anadolu’ya. Bir dönem Anadolu Bizans kültürü içerisinde farklı kültürleri barındıran bir toplum olarak varlığını sürdürmekteydi. Fırat nehrine kadar kısmı tam Sonrasında olan bölgede ise yarım zaman zaman tam olarak egemen olarak sürdürmüştür. İran ile o topraklar ve Mezopotamya konusunda büyük çekişmelere sahiptir.

Müslümanlık ortaya çıkınca savaşan iki devlet İran ve Bizans bir anda Müslümanlara karşı birlik olmuştur. Kısa süre içerisinde Anadolunun doğusu Müslüman egemenliğine girmiş ve İran dağılmıştır. Bizans ise Anadolu’nun batısına sıkışmıştır. Bu durum 1000 li yıllara kadar devam etmiştir.

Müslüman dünyası kendi içinde çekişmeye başladığı anda Bizans yine doğu Anadolu bölgesine egemen olmaya başlamıştır. Bu egemenlik Ani topraklarına kadar genişlemiş ve Ermeni bölgeleri de Bizans topraklarına katılmıştır. Bu egemenlik aynı zamanda kendi Ortodoks inançlarına uymayan Ermeni Kilisesini de kendi egemenliklerine almak için Anadolu içlerine Ermenileri sürmüş ve o bölgede Bizans ve Rum nüfusunu arttırmıştır.

Baskılar ile geçen bu Anadolu döneminde Doğu Hazar bölgesinde ağır vergilerden isyan eden Selçuklular Batıya doğru yönelmiş ve tüm ağır vergilerden bıkmış usanmış olan küçük Müslüman dünyasında bulunan devletlerin egemen olduğu halkları bir araya toplamıştır. 1050 ile 1071 arasında tüm Ortadoğuyu egemenliğine alması da bu yüzdendir.

1071 civarında Malazgirt savaşında Türk Oğuz atlı birliklerin taraf değiştirmesi sonucu savaş kaybedildi denilmesinin doğruluğu ihtimal dahilindedir. Yakın süreçte Ermenileri süren Bizanslılar aslında doğuda stepne ve koruyucu kalkan görevi gören Ermenileri karşılarına aldıkları için Bizanslılar o gün Türklerin Anadolu’ya geçişlerinde bir nevi yardımcı olmuşlardır.

Selçuklular Anadolu bölgesini aldığında bu kadar kısa sürede egemenliğine alması aslında Ermenilerin ve Bizans’tan usanmış diğer halkların da destekleriyle olmuştur. O dönemde Arap Müslümanlar 400-500 sene Hristiyan olan bölge halkı ile savaşmaya kalktığında Adana bölgesinden ileriye yerleşim kurup kendilerinin yapamamıştır.

Ermeniler ile olan bu ortak girişim sonucu Anadolu Türk-Arap-Kürt-Ermeni ortaklığıyla Yunanlılara karşı savaş vermeye başlamıştır. Bizanslılar Bulgaristana öncelik verip Balkanları almaya çalıştıktan sonra Anadoluyla ilgilenirim derken iyice kaybetmişlerdir Anadolu’yu. Ardından Bu işi çözemeyeceğini ve çok güçsüz kaldığını anlayan Bizans Avrupalılara yaranıp Haçlı seferi başlatmıştır. Bu sefer ile ortak özgürlük ve adalet (az vergi ve yasal hak) savaşının karşısına Emperyalist Dominant Kilise ve Bizans’ın Yunan kültürü savaşında biraz güç dengesi sağlanmış oldu.

Osmanlılarda Ermeni Katliamı yapıldığını iddia edenler bu tarihsel gerçekleri ya unutmuş yada öğretilmeyecek şekilde tarihlerinden silinmiş olduğu için küstah bir şekilde Osmanlıyı karalıyorlar. Ermeniler Osmanlı devleti tarihi içerisinde Anadolu’nun ortak fetih ve özgürlüklerini garantiye almaları sonucu Sadık millet olarak anılmışlardır.

Anadolu halkının göçler öncesi %30’unun Ermeni olduğunu iddia edenler de bu konuda yanılıyorlar. Eskiden %10 gibi azınlık yaşamakta ve onlar da dağlardaydı. Ardından Selçuklular geldiğinde Yunanlılar yerine Araplar, Türkler, Kürtler birlikte yerleştikleri gibi Ermeniler de nüfusunu arttırmış ve yerleşim yerlerini kurmuşlardır. Bu da Yunan nüfusunun giden çoğunluğu hariç hepsinin nüfusunun artmasına sebep olmuştur.

Milliyetçilik akımları başlayana kadar Ermeniler mimari, ticari ve benzeri hayatlarda Yahudiler ile birlikte egemenlik sağlamaktaydı. Savaşlara girmemeleri ve benzeri durumlar da söz konusu olduğu için nüfuslarını arttırma şansları daha da bir yüksek olmuştur. Müslüman halklar hep batıya doğru cihad eğilimi içerisinde olduğu için asker olmuş ve savaşmak üzere çalışmıştır. Bir kısmı ise usta-çırak ilişkisi ile esnaf olarak yaşamıştır.

Milliyetçilik ve Ulus Kavramının Anadolu Dışı Etkileri

Milliyetçi akımlarda Fransızlar sonrası ülkeler kendi milletlerini (uluslarını) oluşturmayı amaçladılar. Bu akım sonrası din savaşı yanında kültür savaşı da başlamış oldu. Burada dikkat edilecek nokta Batılı devletler kendi ulusları içerisinde olan hiçbir ayrılıkçı karşısında hakları vermemek için uğraşmıştır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı sadece kendi dışında olan multi-etnik devletler için kullandıkları koz olmuştur. Bu da kendi dinlerinde çok siyasi toplum bulunan yabancı etnik devlet Osmanlının kısa sürede çökmesinde sebep olacak olay zincirinin bir parçasını oluşturmuş ve bunu da son anına kadar kullanmışlardır.

Milliyetçilik tarihlerine bakıldığında İngilizler Birinci Dünya Savaşı sonrası zorunluluktan İrlandanın güneyini bağımsız ilan etmek durumunda kalmıştır. Kuzey bölgesini de stratejik olması ve gerektiğinde yeniden İrlanda’ya girebilmek amacıyla hala daha ellerinde tutmak istiyorlar. Ellerinden geldiği kadar da İRA örgütü kurulup kendi hakları tayin istekleri olsa da izin vermiyorlar.

Fransızlar Cezayir’e girdiklerinde o bölgede kendi etnik unsurları olmayan devletleri aldıklarında pek çok Müslüman Arap ve Berber’i öldürüp yerlerine kendi vatandaşlarını yerleştirmiştir. Oralarda kaç kere isyan edilmiş olsa da onlara kendi kaderini tayin hakkı son İkinci Dünya Savaşı sonrası olan büyük bağımsızlık dalgasından sonra vermek zorunda kalmışlardır.

İspanyollar ve Amerikalılar aynı şekilde Fransız devrimi dönemi sonrası olan dönemde katliam yapmaktan çekinmemiştir. Amerikalılar önce Kızılderilileri öldürmüş ve bu halkın yeniden beli doğrulamayacak kadar azaldığında onlara haklar ve belirli çoğalmasına doğal engeller sağlayacak bölgeler vermişlerdir. Bazılarını ise çok fazla paraya boğup kendi kültürlerini unutacak kadar özgürlükler ile kendi kültür etkileri altına almıştır.

Ruslar ha keza görüldüğü üzere Uluslara bağımsızlık hakkını istediği zaman kullanmış istediği zaman görmezden gelmiştir. Dağıstan ve Çeçenistan’da kendi toprağı olarak görmüş ve uluslara kendi haklarını tayin hakları vermediği gibi Gürcistan üzerinde yaşayan Abhazya toplumları ve Osetya toplumlarına bağımsızlık verilmesi için uğraşmış ve işgal edip statüko olarak kendi topraklarına katmıştır.

Türkiye hakkında Yunanlılara Ermenilere ve Yahudilere yapılan eziyetler hakkında laf eden bir kesim var. Sürekli deportation (sürgün) edilmişler diye söylüyorlar. Fransız devrimi sonrasında olan Milliyetçilik akımları ile ilgili değişiklikler sonucu olan yeni durumda diğer devletlerin tercihlerinden çok da farklı şeyler yapmamışlardır.

Bulgaristan’da yaşayan bir Türk nasıl Sürgün edilmek zorunda kaldıysa veya Bir Ermenistan’da nasıl bir Türk yaşayamıyorsa Türkiye’de yaşayamayan Ermeni, Yahudi ve benzeri halkların durumu da aynıdır. Çünkü Devletler her zaman ulus devlet kavramına göre hareket ederken o bölgede insanları tek halk yapmaya çalışmıştır. Gelelim Milliyetçilik Sonrası Osmanlı ve Anadolu Halkına

Milliyetçilik Sonrası Anadolu

Milliyetçilik akımları Osmanlıya vardığında Ruslar Pan-Slavist Avrupalılar Pan-Christianist hareketler ile bölgede bağımsızlık ve toprakları nüfuzuna geçirme ardından egemenliğine alma savaşını vermeye başlamıştır. Osmanlı’nın çevresinde kendi kültüründen çok kişi olmadığı ve Din odaklı devlet olarak ilerlediği için Arap-Kürt-Türk milletleri hep tek kültür olarak görülmüştür. Hatta diğer azınlık Müslüman kesimler de bunlara dahil edilmiştir. Pan-Turan hakları sağlamak istediği devletler ise Ya Çin işgaline girmiş yada Rus işgaline girmiştir.

Anadolu’da yaşanan sadık milletler ve halkların kardeşliği demeci bu dönem sonrası bitmiştir. İlk önce Sırplar özerklik ilan etmiş ve Batılılar ilk olarak Yunanlıları Özgür bırakmayı amaçlayacak kadar diğerlerini aşağılık görüp onları önemsemiştir. Ardından Osmanlı Balkanlarda eskiden yerleştirdiği Müslümanlar sayesinde bir nebze hayatta kalmıştır.

Doğu bölgelerinde ise Rusya Ermenilere özgürlük fikirlerini aşılamaya başlamıştır. O bölgede kendilerine en yakın gördüğü halk onlar olduğu için kolaylıkla bu sayede Doğu Anadolu dağlarını aşacaklarını ümit etmiştir. Rusların bu fişeklemeleri sonucu sadık halk bir anda özgürlük isteyen vahşi halka dönüşmüştür. O dönem Doğu Anadolu’da bulunan çoğunluk Müslüman nüfusu nedeniyle de ani hareketler yapamamış olsalar dahi Ruslar savaşırken onların yanında ordulara katılmalar başlamıştır.

Anadolu’nun batısı ne kadar Osmanlı ile Yunan kültürü harmanlanmış olsa da Yunanlılar bağımsızlık istemekte fakat bu kadar merkeze yakın oldukları için başaramayacaklarını bilmektedir. O yüzden kendi devletleri gelip de ele geçirene kadar harekete geçmeyen uyuyan hücreler gibi davranmışlardır.

Osmanlı içerisinde Batıda eğitim gören komutanlar Ulus devlet bilinciyle bu sorunu aşacaklarını düşünmüşler ve Türkçülük akımlarına başlamışlardır. Bu Türkçülük akımları ilk başta Türk ırkçılığı olarak anlaşılsa da bir Ermeninin yazdığına göre öyle değildir. Anadolu halkı arasında ayrım gören halklar Yahudiler’dir Ermeniler’dir ve Yunanlılar’dır. Kürtler ise Türkçe Konuşmayan Türkler olarak bahsedilmiş ve Türk Tebaası olarak adlandırılan kesim Türkiye içerisinde ise Müslümanların hepsini kapsamıştır.

Türk Milliyetçiliğinde Laik kesim Müslümanları ve Milliyetçi kesimde ise dil değişimini sağlamak için uğraştığı için halk içerisinde ilk başta etnik bir unsurlar sonraları bazen zorluklar ile karşılaşmıştır.

Türk toprakları II. Abdulhamit dönemi sonrası bir anda Balkan savaşları, Trablusgarp savaşı ve Birinci Dünya savaşı olduğundan dolayı halk ve hükumet bir anda Avrupa devletlerinin Müslüman ve diğer etnik unsurlara karşı yaptığı mücadeleyi kendileri başlatmış ve tek kültür üzere bir bilinç yerleşmiştir. Devlet içerisinde bir anda küçülme travması ve yoğun nüfus göç hareketliliği ve ölümler sebebiyle egemen oldukları topraklarda hakim olma güdüsüne sahip olmuştur.

Savaş ortasında Ruslar ile ortak hareket edip isyan Ermeniler doğuda karmaşa çıkarmış ve Kürt-Türk bölgesel güçleri oralarda savaş arkasında kalan güvenlik orduları olarak karşı çıkmaya çalışmıştır. Bu durum çok zor hal alınca Ermeniler Suriye ve civarına göç ettirilmiştir. Ardından zaten o bölgeleri Ruslar işgal etmiştir. Savaş sonrasına yakın Rus devleti göçünce Türkler Ermeni ve Azeri bölgelerini Almanlar ise Gürcü bölgelerini ele geçirmişlerdir.

Türkiye devleti oluşturulmaya başlandığında Anadolu Yunan isyanları Ermeni isyanları ve Yunan devletinin saldırıları karşısında parçalanmış birlikler ile bir örgütlenme arası gidip gelen bir savaş içerisine girmiştir. Bu savaş sonrası Kafkas halkları ile arada düzen oturtturulduğunda Batı’ya yönelmiş ve Anadolu’da nüfusu çoğunluk olan Bizans iddiaları bulunan Yunanlılar ile halk değiş tokuşu yapmışlardır.

Ermeniler doğu bölgelerinde kalmış ve toprak iddia etme güdüleri hala devam etmekteydi. O yüzden Türkiye kurulduğunda ilk işi stabiliteyi arttırmak oldu. İsyan etme potansiyeli olan halk grupları olan Ermeni, Yunan (sadece İstanbul Civarında Kalmış) ve Filistin’de olan Yahudi yerleşkeleri ile bağımsızlık elde etme çabalarına girişimini öğrenilmesi sonucu Yahudiler’de bu sınıfa katıldı.

Devlet içerisinde Otorite olacak diğer sistemler devlete bağlandı. Rum Patrikhanesi ekümenik mi değil mi tartışmaları bundan sonra ortaya çıktı. Çünkü Osmanlı’da 1910 civarında tüm Ortodoks ve Katolik kiliselerini birleştiren bir yasa çıkmıştır. Bulgar, Sırp, Rus ve Yunan kiliseleri bir araya geldi tartışmaları da sonrasında devletten önce din adamlarını koruyan halkı görünce buna karşı önlem olarak verdikleri İttihat ve Terakki’nin kendi verdiği hakları Cumhuriyet Halk Fırkası döneminde geri almışlardır.

Bu sırada Kürt halkını da Türkçe konuşmayan Türkler diyerek benimseyerek aslında Türk = Müslüman olarak görmüşlerdir. Yapılan davranışlar da Gayri Müslimleri güçten düşürmekti. O dönemde Kürtler de bu durum sonrası etnik karışıklığa sokulmak üzere İngilizler tarafından kışkırtılmış ve Musul’dan Fırat’a kadar bölgeyi talep etmelerine sebep olmuştu.

İsyanlar bastırılınca talep edilen bölge İngiliz ve Türk idaresi olarak ikiye ayrılmıştır. Ardından Oyunlar oynayıp Kürtlere bölge vereceğini söyleyen İngilizler ise Süleymaniye yakınlarında kurdukları geçici Kürt devletini fesh edip Kerkük Petrollerine konmuştur.

Milliyetçilik akımları sonrası oluşan destabilizasyon (karışıklık dolu) Osmanlı bölgesi içerisinde büyük travmalara yol açmıştır. Bu travmalar müslim ve gayri müslim olarak adlandırılan iki kesiminin de birbirini düşman görmeleri ve birbirini yok etmelerine sebep olduğu için toplumsal ayrışma süreci oluşmuştur.

Süreç sırasında Devletleşme emareleri gösteren bazı yerel iktidar sahipleri özellikle geçmişte olan birlik duygularını unutturmuş ve sadece menfaatlerine gelen düşmanlık tohumları eken bir yapı içerisinde tarih bilinci kazandırmak için uğraşmıştır.

Kürt dili grubunda olan kişiler devletin içerisinde asli unsurlardan olsa da milliyetçilik akımlarında kendi dillerini koruma güdüsüyle biraz tepkisel olarak davranmıştır. Aynı zamanda Ermeniden dönme Kürtler de bu konuda kışkırtmaktan geri kalmamıştır. O bölgede bağımsız bir oluşumu desteklemek için Batılı devletler her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı verilmesi gerektiğini bahsederek bu olayı tahrik etmektedir. Aynı zamanda Ezidi ve birkaç Yahudi kökenli olduğunu düşünen ırklar ise kendi yönetimlerinde Kürdistan kurmak için çalışmaktaydı.

Anadolu içerisinde olan karışıklıklar bölge halkında bulunan travmalar sonrası dönemin ulus devlet kavramından dolayı oluşan bazal sorunlar yüzünden oluşan sıkıntılar yüzünden isyana sebep olmuştur. Doğu halkı ASALA ile başlayan isyan dönemine kadar Yahudi, Yunan ve Ermeni toplumları gibi yönetimde zor gelme durumları ile uğraştırmamışlardır. Bu durum o bölgede bulunan karışıklıkları durdurmak için sonradan başlatılmıştır.

Ermeniler geçmişini unutarak düşman kesilince, Kürtler de ulus sahibi olmak üzere çabalara girince, Yahudiler İsraili kurup katliamları da yapmaya başlayınca Yunanlılar da Kıbrıs’ta egemenlik sağlamak için saldırılara geçince hepsine karşı savunma hakkı gibi ulusta hak tanımama eğilimlerine girmesi diğer devletlerde Türklere yapılanlar gibi karşılanabilir.

Fransızların Korsika’ya bağımsızlık vermemesi gibi Türkiye’nin Anadolu’da özerk bölgeler kurmaması çok doğaldır. Nasıl ki İspanya Katalonya’nın her talebinin bağımsızlığa gideceğini bilerek karşı çıkıyorsa Türkler de buna göre davranmaktadır. Tarihi tek taraflı olarak değerlendirip ona göre yargılayan kişilerin bu konularda biraz daha düzgün bir bakış açısıyla bakmasını değerlendirmesini tavsiye ederim.

Son dönemde Türkiye civarında olan olayları genel bakış açısıyla bakarak değerlendirmek en doğru sonuca ulaşmamıza sebep olur. İktidar sahibi olmak isteyen azınlıkların isyanlarını bağımsızlık savaşçıları olarak anmak bir anda Avrupa civarına geçince tam tersi olarak pis isyancılar moduna bürünmesini sağlamak sadece Avrupa ve bu kültür sahiplerinin ikiyüzlülüğünün göstergesi olarak gözükmektedir.

Ya kendi içindeki tüm yönetimlere bağımsızlık vermen gerekli yada başka ülkelerin büyük olmalarına karşı gelmemelisin. Amerika’yı düşünüyorum da şu an diğer toplumlara özerklik verse Güney Batı Amerika Zenci devleti, Doğu Amerika Hispanic Devleti, Orta Amerika Kızılderili Devleti, Kuzey Amerika Alman Cumhuriyeti, Pennsylvania Yahudi Yönetimi ve Batı Amerika Küçük İngiliz Cumhuriyeti olarak en az 6 ya bölünmesi gerekir. Bunu kabul ediyorlarsa gelsinler Kürdistan denilen meret hakkında da onlar ile tartışmaya başlayalım.

Toplumsal Analiz II

Biliyorum insanlar sürekli güzel kıyafetler ile dolaşan, ilgilenip boş konuşan insanlar ile dolaşıyorlar. Çünkü kendileri de öyle. Dalgasına yaşadıkları hayatta herkes hızlıca ilerlerken birisi düştüğü anda arkalarına bile bakmadan ilişkiyi kesip devam ediyorlar. Çünkü düşene yardım etmeyen çakal ordusu dünyada egemenlik sağlamış durumda.

Savaş toplumlarının soyları arkada olan yaralıların sağ kalmayacağını bilir. Türk töresinden tutun Avrupa toplumu savaşçılarında da durum böyle. Hırsızları bile 5 dakika içerisinde gelmezsem gidin sözü geçerli. O kadar içerlemiş bir durumdur bizim kültürümüzde.

Yapacak tek şey nesillerinin azalması ve yerine gelen başka ırkların onları yok etmesi. Neandarthaller gibi onlar da yok olma yolunda hızla ilerliyorlar. Bizim Türkler de süren kültür yanında hala savaş söz konusu. Zamanla bizimkiler de savaş betimlemelerini değiştirmezse (Çanakkale savaşında tersi olduğu halde 50 senede Kültürel egemenlik savaş sonrası diğerlerine kaldığı için) bu son bizim de yozlaşmamız sonucu yok olmamızı doğuracaktır.

Arap kültürü kuran ile düzelmiş olsa da kültürel olarak hala yozlaşmış şekilde. Bu yüzden bilimsel olarak geride bu yüzden üreme hariç dünyayı sadece kendi taraflarından görmektedirler. Ancak menfaatçiliği ve ikiyüzlülüğü bırakıp gerçekten insan gibi dayanışma ve kardeşlik bağını kurmadan da düzelmeleri de zor.

Kendi içlerinde Yahudi kültürünü yaşatıp dışarıda Müslüman gözüken o kadar Yahudi var ki kendi menfaatleri için her şeyi yapıp insanlara iyiliği unutmuş olanlar Müslümanlıktan faydalanıp tarikat başlarına geçme, başkalarına hayaller vaad edip sadece din veya mal dolandırıcılığı üzerinden bedavaya yaşamaya, zengin olmaya çalışmakta ve kendilerini tanrılaştırmaya çalışmakta.

Bu yozlaşmalar ancak insanların kendi aralarında farkındalık oluşturup önleyebilirler. O başkalarını ilah edinen insanlar da ne kadar onlara yaklaşsa da en fazla sağ kol olabilecek ve bir patron ile bir müdürün aldığı paraların miktar gibi çok büyük farklar içerisinde sadece gerçek hakları olanın ucunu koklayacaklardır.

İnsan gerçekten egemen güç olarak kendi bireyselliğinin farkına varsa, kutuplaşmış köle-egemen güç karşıtlığı ve dengesizliğini bıraksa iyi olacak. Bazı menfaatçiler kendi hakkını savunduğu kadar herkesin haklarını da savunsa, bazı kölemenler (işçi/mürid) de başkalarını düşündükleri kadar kendilerini de düşünse dünya daha normal olur.

İnsan kaderine razı olduğu kadar düşünse ve iradesi ile çabalasa, çabalayıp da olmadığı zaman da sebebini sorgulasa ve olmuyorsa da belli raddeden sonra zorlamasa çok daha iyi olacak. Çünkü bazı şeyler zorlandığı taktirde değişmiyor. Umut olur da gerçekten kırılabilecek kalınlıkta bir duvar varsa gerçekler ile bağlantılı ve diğerlerinden daha gerçekçi tabanda bir vizyon ile olacağına inanıyorsan devam et. Değilse uğraşma hem kendine zarar hem başkalarına zararı olur. Onun yerine daha hayırlısını dilemek daha iyi olur.

Görüldüğü gibi dünyada pek çok etmen ve dengesizlik var. Asıl sorun kutuplaştırılmış dünya ve bunların arasında olan çatışma. Dünya aslında çeşitlilikle var olur. Dünyada kutuplaşıp savaş olduğu zaman tam tersi tek görüş hakim olması içindir. Diğer görüşlerin önünü kapatıp sadece egemen bir toplum görüşü sağlayıp güçlü toplum yerine güçlü yönetim sağlanmaya çalışılmakta.

Güçlü yönetim anlayışından kurtulmanın en doğru yolu diğer görüşleri de dinleyip savaşmak yerine tartışma yoluyla düzeltmekten geçer. İnsanların bazıları doğru olduklarını inandıkları şeylere gitse de, gösteriler sonucu oluşan illüzyonlara kansa da gerçekleri gördüklerinde onlara karşı öfkeleri çok oluyor. Gerçekleri söyleyen bir insan her zaman sahtekarları yenmesinin asıl sebebi de bu.

Doğru sözler doğru zamanlarda güneşin önünü kapayan bulutları dağıtan rüzgarlar gibi gelir ve ortalığı yeniden aydınlatırlar. Bataklıkta kalan güneş bu yüzden balçık ile sıvanmaz. Gerçekler her ne kadar saklanılsa da ortaya çıkar. Bir gün dünya yuvarlak denildiğinde inanmayanlar sonra o kişiye yaptıkları şeyleri görmezden gelerek yanlışlarını unutup sadece taktir edip birkaç kelime kitaplarında yer vermişlerdir.

Bazıları onu da hak edemeyecek kadar gizli kalmıştır. Amerikan Edison’un ampülü icadını bilen milyarlar olsa da Sırp/Hırvat Tesla’yı bilmeyen çok kişi vardır. Onun kullandığı temeller üzerine dünyada milyarlarca insan bir şeylerden faydalansa da sadece yöneticilerin işine geleni göstermesi sonucu gerçek değerinin çok altında tanınmakta.

En iyi durum kaşiflerin hakkını vermek, en iyi yaşam politik çıkarlar ve insani çıkarların gözlerini kapatacak kadar çok olmasından uzak olmasından oluşmakta. Diğer insanların gerekliklerinden kaçan insan bir gün o değer vermediği gerçekler ile karşılaşınca geç kalmış olur. Faydalandığı o değerlerin asıl sahipleri yine ününü geri alır.

Batı dünyası şimdi bu kibirli üstünlükleri ile savaşmakta. Üstünlükleri ve görmezden geldikleri fakat yine de yollarını uyguladıkları gerçekler bir gün asıl sahipleri ortaya çıkınca bakalım nasıl etkileyecek onları. Bir gün gelecek insanların haklarına göstermelik sağladıkları ilgi fark edilince vahşi dedikleri yabani dedikleri onların kulu kölesi olmayanlar tarafından engellenecek ve yok edileceklerdir.

Zamanında Osmanlı kibri diye denilen Venedik tüccarları tarafından bahsedilen olay şimdi Batıda hakim. Tek sorun Batılılar o dönemde de Roma imparatorluğu olma savaşları sırasında ben Roma vatandaşıyım kibri ile yaşayan bir o kadar sadece menfaatleri için uğraşan bir toplumdu. Çok az bir azınlık düzgün bir şekilde görüşlerini dile getirdi onlar da Kilise otoritesine karşı çıkan azınlık oldukları için gerçekten Bilim çağına gelene kadar da pek fazla sayıda olamamışlardır.

Şimdi Avrupa Toplumu bilimsel açıdan kendini kurtarmış olsa da yozlaşmış din otoritesinin baskısından kaçan bir toplum olarak dinden uzaklaşıp sadece tanrı krallar gibi menfaat yaşamlarına başlamıştır. Bilimi yüceltirken toplumun geleceğini yok etmeye başlayan bir eğlence düzeni olduğu için de kendi kendilerini yok ediyorlar.

Din insanın yaşamının rahatlık içerisinde sevgi içerisinde ve gelecekte de yaşaması için sözler barındırmakta. Duygusal ve sezgileri gelişmiş insanlar toplumsal huzur olduğu zaman başarılı, toplumsal huzur olmadığı zaman ise hastalıklı (şizofren, bipolar, psikopat, sosyopat, sapık) hallere bürünüyorlar. Bunlar da insanlıkta şiddetin çığ etkisi ile dalga dalga toplumun tümüne yayılmasına sebep oluyor.

Ahiret hayatı da sizden sonra sizin anılmanız ile ilgili. Çocuklar ve benzeri hayratlar kabirdeyken her sizin isminiz konuşulması ile siz yeniden var oluyorsunuz. Eğer kimse yoksa anacak enerjisiz ve yalnızlık içerisinde bir dönem geçirirsiniz. Eğer birileri iyi anıyorsa ruhunuz geniş bahçelerde olur. Kötü anılıyorsa bir nevi Türk deyimi olan kemikleri sızlıyor tabiri en makul olandır.

Tabi insanın kabir hayatı sadece ruhsal bir olay. Yani yakılsa da mumyalansa da bir insan gerçekten bir şekilde adından söz ettiriyorsa ruhu bir yerlerde yaşıyor ve o kişileri duyuyor demektir. Tek sıkıntı cevap veremiyor olmasıdır.

Eğer ruh ölümsüz ise bu dünya ve evren düzeni yok olduktan sonra yeniden biçimlenecek ve vücut bulacaktır. İşte bu da ahiret inancını doğurur. Bir insan yaşar ölür ve başka bir evrende yaptıklarının sonucu bu dünyada yaptığı amellerin sonucu bir yaşam sürer. Belki buna paralel evren dersiniz belki ikinci bir evren fakat durum böyledir.

Belki de bu dünyadan giden insan başka zaman boyutlarında yapılan duaların sonucu nedenini anlayamadığı eziyetleri çekip veya başarıları elde etmiş olması da mevcut olabilir. Bu da paralel evren kıstasında enerji aktarımlı açık bir evrenler sisteminin izahını göstermekte.

Bu evrende çok az miktarda bir süre yaşıyoruz. Milyarlarca yıl içerisinde sadece 70 yıl. Kopyalarımız ve görüşlerimizi bu evrende bırakıp başka evrende yaptıklarımızın sonucunu görme ihtimalimizin olması olacak kadar yüksek bir ihtimal.

Bazı Budist inanışlarında ise bu değişim dönemleri yine dünyada olmakta ve bir insan başka bir dönemde yine dünyaya gelmekte. Bu da ancak tekamüle erene kadar sürmekte şeklinde. Tabi bu yüzden yaşamaya devam etmek için her şeyini yarım bırakan insanlarla dolu oluyor o inanışta.

Bazıları da reenkarnasyon olacak diye rahat bir şekilde bu dünyada günah işleyip bir daha dünyaya geldiğinde de aynen devam edip nirvanayı es geçip yaşamını sağlama almayı, kazık çakmayı düşünüyor.

Dünyada inanışlar o kadar çeşitli ve insanlar o kadar sonsuz olmak ile zirveye ulaşmakla ilgileniyor ki ya süper egolarına ya id lerine yenik düşüyorlar. Ortasını bulmak en iyisi. Bu da kültürel değişim, genetik denge, sağlıklı inanışlar ile olabilir. Şimdilik bu mümkün görünmese de belki insanlık zirve noktasına gelebilir. Tabi bir şekilde dünyada yaşamı olanaksız kılacak bir olay gelene kadar başarılabilirse.

Osmanlı’da 1770-1922 arası Demografik Yapı Değişimleri ve Rusya’da Sürgün diğer adı Techir Hareketi

Osmanlı dünyası 1699 yılından itibarn gerileme dönemine girmiş ve bu 1770 yılına kadar sadece Macaritan ve Kırım bölgesinde olmuştur. Yalnız o tarihten sonra çözülme sürecine girmeye başlayan Osmanlı’da giden topraklarda aynı anda Müslüman nufusu yeni ele geçirilen topraklarda yapılan baskı ve katliamlar sonrası Osmanlı’ya geri dönmeye başladılar. Bu da aynı zamanda yolda fire veren insanlara sebep oluyordu.

Aşağıda görülen Osmanlı topraklarına göç resmine göre (Osmanlı’da nufus hareketleri arşiv bilgilerinden alınmıştır ve bazı göç hareketleri olmuş ancak sayısı belirli değildir o dönemdeki arşivlerin savaş sonrası kaybolmasından dolayı) bu dönem içerisinde yaklaşık 5 milyon Müslüman topraklarından zorla göç etmiştir. Bir yandan bu topraklarda yaşayan insanlar içerisinde bazı Hristiyanlar da devletin sağlığı açısından göç ettirilmiş veya kendi kendilerine yeni kurulan devlete göç etmişlerdir. Bu insanlar oranına baktığımızda yaklaşık olarak 1.7 milyon kişi gözüküyor.

Resim

Bu Birinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında oluşan askerin yerini dolduran yerlerde müslümanlar, dış ülkelerde Türkiye’nin gittiği yerlerde ise hristiyanlar yer değiştirmiştir. Ve bu 1.7 milyon insan içerisinde nufus mübadelesi ile göç eden insanlar da dahildir. 1915-1922 arası göç ettiği bilinen 800.000 ermeni ve 850.000 yunan vardır. Ve 1917 yılında zorla göç ettirilen doğu anadolu’daki müslüman sayısı da o bölgede 1-2 milyon arası değişmektedir ve oradaki siyasi boşluk nedeniyle yaşanan iç savaş nedeniyle de iki taraf için de kayıplar mevcuttur. Yani orada bir katliam olmayacak kadar nufusun göç sayısı belirgin ve iki taraflı bir kayıp söz konusudur. Osmanlı’nın techir yapmasında esas neden ülkesinde yaşayan halkın müslüman nufus oranı her şehirde çoğunluk olmasıydı. Tabi o dönemde savaş ile kaybedilen ve asker olarak yollanan erkek nufus nedeniyle azalan demografik durum nufus kağıtlarında eksi olarak gösterilince (o dönemde nufus cüzdanı sadece kadınlara veriliyordu) oradaki Ermeni halkı da hem güvenli bölge hem de nufusunda müslümanı fazla diye o topraklara göç ettirildi.

Gel gelelim Rusyaya. Osmanlı’da uygulanan güvenlik için göç uygulaması Rusya için en klasik ve kolay yöntemlerden birisiydi. Birinci Dünya Savaşı öncesi istemediği nufusun yerini değiştirme adeti olan Rusya bunu birinci dünya savaşında savaş esirlerine yapmış ve toplumsal olarak istemediği toplumları da baskı altına alıp isyan edenleri öldürme raddesine gelmiştir. Birinci dünya savaşı sırasında iç isyanlar nedeniyle pek kayda değer bir techir olayı görülmese de ikinci dünya savaşında Alman istilası başladığı andan itibaren Kafkas, Baltık, Volga ve Kore civarındaki yabancı kültürdeki insanları o zaman için en güvenli bölgesi sayılabilecek çöl toprakları olan Orta Asya’ya götürüldü. Bu götürülen insan miktarı yaklaşık olarak 1.7 milyon kişi olmak üzere aşağıdaki şekilde görüldüğü gibidir.

Resim

Yani Osmanlı’da uygulanan techir olayı da en azından Orta Asya ile tipik aynı özellikte bulunan ve daha yakın bulunan Suriye’ye 440.000 kişi civarında yapılmıştır. Yani aslında bu techir olayı yani güvenlik için göç ettirme olayı o dönemin uygulamalarından birisiymiş. Tabi bu şimdi bir savaş çıkarsa aynı şekilde yapılmayacak diye bir şey demenin garantisi yoktur. Durum budur. O dönem adıyla gayrı-müslim insanlar topluma çok katkıları olan insanlar ve senelerdir bir arada toplumda yaşamışlardır. Burada yapılan soy kırım iddiaları yersiz ve haksızdır. Topraklardan göç ettirilmesi olayına ben de karşı olsam da o şartlarda her devletin yapacağı klasik bir yöntemi denemiştir. Fransa ve Belçika başta olmak üzere başka bazı sömürgeci devletler o dönemde bunu da yapmayarak direk sömürge ve faşizm ile oradaki insanları öldürmeleri yerine çok daha iyi bir yöntemdir. Tabi o dönemde siyasi boşluk ve anarşi oluşan Anadolu topraklarında insanların birbirini öldürmeleri de çok normaldir. Gayri müslimlerin söylediği kadar Müslüman topluluğun da ölü miktarları çoktur. Bu iç savaş tarzı bir durumdur. Gözüken o ki o 1770-1922 arası dönemde mağdur olan kesim nufus olarak bakıldığında müslüman çoğunlukta olmuştur. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti sonrası gelen yeni yönetim de bu durum bitmiş ve başka yeni toplumsal değişimler yaşanmıştır. Onlar da gerekirse onunla ilgili özel bir konuda başlık açarak anlatırım.